24 Ocak 2016 01:00

Nefret söylemi

Nefret söylemi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bir akademisyen olarak çalıştığım konuları bizzat deneyimlediğim günlerin içindeyim. Gerçi Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünü savunan ya da nefret söyleminin ya da nefret suçunun, ayrımcılığın önlenmesi için çalışanların hedef haline gelmesi hiç zor değil. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığımız için bir meslek grubu olarak neredeyse her gün hakarete uğruyoruz, kimilerimiz gözaltına alınıp serbest bırakıldı, kimilerimizin ifadeleri alındı, kimilerimiz ise söylemi eyleme geçirmek isteyen gruplarca tehdit edildi, edilmeye devam ediyor. Bildirinin içeriği düşünce özgürlüğünü kısıtlayan onca düzenlemeye rağmen herhangi bir suç unsuru içermiyor. Herkes bunun farkında aslında. Düşünce özgürlüğünün ve de akademik özgürlüğün iktidar tarafından belirlenmeye çalışıldığı ilginç bir dönemden geçiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan bizden tiksindiğini belirttiği konuşmasında uluslararası alanda üretimimiz olmadığından bahsetti, önce onu tekzip edelim. Cumhurbaşkanının akademik indeksleri taramayı bilmiyor olması normal, isterse biz kendisine yardımcı olabiliriz. Ancak şunu söylemek gerekir ki kendi alanlarımızda uluslararası bilinirliğimizin yanı sıra yine uluslararası alanda herkesçe bilinen, saygı duyulan akademisyenler de imza vermekten çekinmediler, destekleri artarak devam ediyor.

Erdoğan bir siyasetçi olarak “Birazcık aydın namusu taşıyan eleştirdiği kadar eleştirilmeyi de hazmeder” dedi. Bence diğer söylediklerinin yanında tartışılmaya değer en önemli konu bu. İfade özgürlüğü nedir, eleştiri nedir, nefret söylemi nedir? Bütün bunların karşısında kim ne kadar korunur?

Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Bakan Temsilcilerinin 12 Şubat 2004 tarihinde yapılan 872. toplantısında kabul ettiği Medyada Siyasi Tartışma Özgürlüğü Bildirisi’nde “Devlet, hükümet, genel olarak yürütme, yasama veya yargının herhangi bir organı medya kuruluşlarında eleştiri konusu yapılabilir. Güçlü konumlarına bağlı olarak bu kurumlar, ceza hukuku tarafından itibar zedeleyici veya hakaret niteliği taşıyan beyanlara karşı kurum olarak koruma altına alınmamalıdırlar. Söz konusu kurumların böyle bir korumadan yararlanabildikleri hallerde ise bu koruma çok sınırlı bir şekilde ve her halükarda eleştiri özgürlüğünü kısıtlamak amacıyla kullanılmasına mahal vermeden uygulanmalıdır” der. Bildiri ayrıca “Siyasi şahsiyetler kamuoyundan güven talep etmişler, kamuoyu bünyesinde açık tartışma konusu olmayı, kamuoyunun titiz bir denetimine tabi tutulmayı, buna bağlı olarak da görevlerini yerine getiriş tarzları konusunda kendilerine gereğinde şiddetli eleştiriler yöneltilebileceğini peşinen kabul etmişlerdir” der. Yani kısaca devlet kurumları ve de siyasi şahsiyetlerin eleştirileriyle bizlerin eleştirileri aynı konumda değil, onların eleştiri sınırları bizimkinden daha geniş olmak zorunda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1992 yılında Castells İspanya’ya karşı kararında da aynı şeyin altını çizerek “Demokratik bir toplumda hükümetin eylemleri veya eksikleri yalnızca yasama ve yargı makamlarının değil aynı zamanda basının ve kamuoyunun da yakın denetimine tabi olmalıdır” dedi.

NEFRET SÖYLEMİ VE SONUÇLARI

Demek ki kişisel hakaret içermemek kaydıyla bizim Cumhurbaşkanını ya da Hükümeti eleştirmemizin sınırları daha geniş. Peki Erdoğan’ın dediği gibi onların bizi eleştirme hakkı yok mu? Bizler bunu hazmedemiyor olabilir miyiz? Bu noktada söylemin kendisinin yanında konumlarımız ve bağlamı da hesaba katmak gerek. Şöyle açalım ve somutlaştıralım: “Uykusunda şehit edilen polisin acısını akademisyenler hissediyor mu acaba?” demek bir eleştiri olabilir. “Akademisyenlerin okumadan imzaladıklarını düşünüyorum” ifadesi benim açımdan hakaret niteliği taşısa da yine düşünce özgürlüğü kapsamına girer. Hatta Erdoğan’ın bizden tiksindiğini söylemesi de ifade özgürlüğüdür. Ancak bunu bir cumhurbaşkanı ya da başbakanın söylemesi durumu değiştirir. Çünkü Cumhurbaşkanı ya da Başbakan konuşma yaptığında en az 10 kanal anında canlı yayına geçiyor, istedikleri medyada görüşlerini ifade edebiliyorlar. Bir noktada normal ama Türkiye şartlarında bunun altında “Alo Fatih” gibi sebepler var ki şu anda bu yazının konusu değil. Bizlerin maalesef öyle bir imkanı yok. Bununla birlikte Erdoğan bizden tiksindiğini söylediğinde “Cumhurbaşkanı tiksindiğine göre bizim bir şey yapmamız gerek” diye düşünen insanlar olabilir. Nitekim oluyor da. “Oluk oluk kan akıtılmak istenmesi” ve bu söylemin iktidar tarafından sessiz kalınarak sahiplenilmesi bağlamın tamamen değiştiğinin en bariz göstergesi. Öte yandan “Bunun adı eleştiri değil terör propagandası. Polis, asker insan değil mi bunlar sizin hedef tahtanız mı? Bunlar içinde bulundukları ihanet çukurunda çırpınacak” ya da “Hem milletin değerlerine hakaret edeceksiniz hem de bedel ödemeden hayatınızı sürdüreceksiniz. O günler geride kaldı” demek eleştirinin çok ötesi, hedef göstermek ve doğrudan nefret söylemi. Açılan, açılacağı söylenen soruşturmalar göz önünde bulundurulduğunda ayrıca yargıyı etkileme girişimi. Şunu unutmamak gerekir ki tiksindiği görüşlerin ifade hakkını ve görüşlerini ifade edenlerin can güvenliğini korumak da iktidarın görevi.

Nefret söylemiyle mücadele yıllardır söyleyegeldiğimiz gibi yasal önlemlerle değil, toplumda bu konudaki zihniyet değişimiyle mümkün. İnanmayan nefret söyleminin önlenmesi için düzenlenen Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinden en çok kimlerin yargılandığına ve ceza aldığına baksın. Başta siyasetçiler olmak üzere herkesin, özellikle de medyanın toplumda azınlıkta olan, düşüncelerini ifade etme imkanı bulamayan, korkutulan, sindirilen gruplara karşı söylemlerinde dikkatli olması gerek. Çünkü nefret söylemi ve ön yargılar sonunda Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Tahir Elçi ve pek çok örnekte olduğu gibi nefret suçuna dönüşebiliyor. Medyanın burada sorumluluğu büyük, bu söylemi eleştirmeyip besledikçe söylem eyleme geçiyor. Çok makul bir örnek olmamakla birlikte Hrant Dink’i vuran Ogün Samast bile savcıya mektup yazıp kendisini medyanın azmettirdiğini söylemişti.

İşin ilginç kısmı bizleri hedef gösterenin bir dönem şiir okuduğu için yani görüşlerini ifade ettiği için cezaevine giren bir siyasetçi olması. Erdoğan cezaevinden çıkıp siyasete döndü, hatırlarsanız tutuklanmasına neden olan şiiri 2012 yılında Mecliste büyük bir coşkuyla okudu. Tam o günler geçti derken büyük bir hızla eskiye döndük. Umarım bizler de bu süreci sağ salim atlatır ifade özgürlüğünün korunduğu, Mecliste barışın konuşulduğu günleri görürüz. Asıl konumuz hâlâ barış çünkü.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa