29 Ocak 2016 01:00

‘90’larda bile böyle bir vicdansızlık yoktu!

‘90’larda bile böyle bir vicdansızlık yoktu!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yandaş ve iliştirilmiş basın, “Artık operasyonlar sonuna geldi. Bundan sonra rehabilitasyon dönemi. Yeniden inşa başlayacak, Hükümet bunun hazırlığını yapıyor’...” diyor ama  Cizre’de 23 insan bir binaya sığınmış, günlerdir ambulanslar ile kuşatılmış, ateş altında tutulan kişilerin kimliğinin verilmesini istiyorlar.  Gönderilmiyor. İçişleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı “yaralılara ambulans göndermemek için adeta iş ve ağız birliği yapmış” gibi yanıtlar veriyorlar. Milletvekillerinin bakanlara ulaşmak için bile saatlerce uğraşmaları gerekiyor.

Cizre’de yaralılar bir binaya sıkışmış. Yaralıların bazılarının hayatını kaybettiği de belirtiliyor. Ama Mecliste AKP’li vekiller, muhalefetle “Hendekleri kim kazdı?”, “Barikatları kim kurdu?” üstünden laf yarışı yapıyor. O 23 kişinin ölmesi ya da öldürülmesine meşruiyet sağlamak için uğraşıyorlar. İçişleri Bakanlığı da ambulans göndermek için yaralıların kimliklerini isteyerek başka bir pazarlık içine giriyor.

HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, “Ambulans gönderilmesi için hendeklerin kapatılması ve barikatların kaldırılmasını istiyorlar. Bizimle pazarlık yapıyorlar” diyor.

YARALILAR SÜRÜNEREK AMBULANSLARA GELSİN!

Bakanların gerekçeleri ise “Ambulanslar oraya giremiyor, güvenli bölgede bekliyor. Yaralılar sürünerek ambulansların yanına gelirlerse onları hastaneye götüreceğiz” biçiminde!

HDP’li vekillerin Meclis kürsüsünden feryadına, AKP’li vekiller vicdanları ve sorumlulukları yokmuş gibi laf yarışıyla yanıt veriyorlar.  Artık bütün girişim yollarını tüketen üç HDP’li  milletvekili “açlık grevi”yle seslerini duyurmaya çalışıyor.

Sur’da ise iki aya dayanan sokağa çıkma yasağı beş mahalleye daha yayılıyor. Ve bu beş mahalleden yeni bir göç dalgası yaşanıyor. Manzara daha önce de Sur’da, Cizre’de, Silopi’de ya da Şam’ın banliyölerinden, herhangi bir Suriye kentindeki manzarayla birebir aynı. Halkın çığlık feryat karışımı tepkisi sadece ucundan kıyısından yansıyor medyaya!

Kullanılabilir ne eşyası varsa onu bir biçimde yanına alan yoksul Surlular, bütün yaşamlarını geçirdikleri evlerini, mahallelerini terk ederken, bir protesto ve öfkenin de yansıdığı “göç” yürüyüşünden “Biz şimdi  nereye gideceğiz!”, “Bu savaş bitsin artık!” diyen tepki cümleleri duyuluyor.

MEDYA GÜCÜ GERÇEĞİ KARARTMAK İÇİN KULLANILIYOR

Ama her gün yeni bir hayırı keşfeden medya, bu insanlığın göçe zorlandığı insanlıktan çıkan durum, bu soruları çok eskilerde bırakacak mahiyette. Çünkü bu manzaralar arkasından medya, Mustafa Koç’un “iki Akdeniz fokunun daha hayatını kurtardığı”nın ortaya çıktığı haberini veriyor.

Tabii burada önemsenen iki Akdeniz fokunun hayatının kurtarılması değil de bunu Mustafa Koç’un yaptırmış olması!
Hani hep, “90’lı yıllara mı dönüyoruz” diye soru cümleleri kurulup, endişe dile getiriliyor ya; “90’lara mı dönüyoruz, dönmüyor muyuz?” diye bir ikileme düşmesin kimse. Çünkü ‘90’lı yıllarda bile Kürt halkının yaşadıkları karşısında böyle bir vicdansızlık, böyle duyarsızlık oluşturulamamıştı.

AKP Hükümeti, “havuz medyası” yanında kendilerine “bağımsız” “yaygın medya” diyen medyaya da diz çöktürüp teslim almasıyla böyle bir vicdansızlığı baskın tutum haline getirmeyi başardı.

Kısacası Hükümetlerin, yandaşıyla, yaygınıyla medyanın, onların etkilediği batıdaki geniş bir kitlenin Kürtler ve Kürt sorununun çözümü konusunda duyarsızlıkta bu kadar ileri gittiği bir dönem ‘90’larda da olmadı. Ama, “Bundan sonra iki halkın bir arada yaşaması nasıl mümkün olacak?” sorusu da ‘90’lardakinden de daha çok büyüyen bir soru olarak karşımızdadır.  


BU SAVCILAR TÜM MUHALİFLERİ TUTUKLAYABİLİR

Cumhuriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül için savcılığın hazırladığı iddianamede, her iki gazeteci hakkında ayrı ayrı iki kez müebbet ve 30’ar yıl hapis cezası istendi.
İddianamede Dündar ve Gül’e “Devletin Gizli Kalması Gereken Bilgilerini Siyasal veya Askeri Casusluk Amacıyla Temin Etme”, “Devletin Güvenliğine İlişkin Gizli Kalması Gereken Bilgileri Temin etme ve Casusluk Maksadıyla Açıklama”, “Cebir ve Şiddet Kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni Ortadan Kaldırmaya veya Görevlerini Yapmasını Kısmen ya da Tamamen Engellemeye Teşebbüs Etmek” ve “Silahlı Terör Örgütüne Üye Olmaksızın Bilerek İsteyerek Yardım Etmek.” suçlaması yöneltiliyor.
Gazetecilere yöneltilen suçlamalar yazdıkları yazı ve haberden ibaret!
Burada iki gazetecinin bilerek isteyerek yardım ettikleri örgüt “Fetullahçı Terör Örgütü’dür”!
Bu akıllara seza suçlama için mantık ise şöyle kuruluyor: “Fetullahçı Terör Örgütü”, 17-25 Aralık operasyonlarıyla Hükümete darbe yapmak istemiştir. Bu gazeteciler de 17-25 Aralık’ta Hükümeti eleştiren yazılarla ve MİT’in TIR’larını durdurması da darbenin bir unsurudur. Bu gazeteciler MİT TIR’larıyla ilgili haberlerle  terör örgütünün amaçlarına hizmet etmişlerdir. Öyleyse onlar da darbecidir!
Aslında bu mantık yeni değildir. 12 Mart, 12 Eylül cuntalarının sıkıyönetim savcılarının, 1990’ların DGM savcılarının ve Fetullahçı savcılarının da mantığıdır.
Bu mantıkta tutarlı olunursa; Gezi direnişinden beri AKP Hükümetinin, Erdoğan’ın icraatını eleştiren herkes hükümeti eleştiren, hükümetle az çok mücadele eden her muhalif, her gazeteci, her aydın, akademisyen ya da sade vatandaş, aynı suçlamalarla tutuklanabilir!


'YERLİ VE MİLLİ' ANAYASA, 'TÜRK TİPİ' BAŞKANLIK!

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün, “Anayasa Platformu”nun düzenlediği toplantıda “Nasıl bir anayasa ve nasıl bir başkanlık?” isteğini ilan etti.
Bugüne kadar, Osmanlı dönemi de dahil, Türkiye’de yapılan bütün anayasaların “gayrimilli ve yabancı” olduğunu, bu yüzden milletin arzuları, geleneği ve kültürünü yansıtmadığını iddia eden Erdoğan, yeni anayasa için ilk şartın “milli ve yerli” olması olduğunu söyledi.
Bu “yerli ve milli anayasa”da yer alacak başkanlık sisteminin de başka ülkelerdeki uygulamalara benzememesi gerektiğini belirten Cumhurbaşkanı, “Türk tipi bir başkanlık sistemi” olması gerektiğini de ilan etti.
Erdoğan’ın isteği kısaca; “yerli ve milli” anayasa ile “Türk tipi başkanlık”tır!
Bunları söylerken Cumhurbaşkanı; “yönetim ilkesini” de ilan etti: Keyfi yönetim!
Salı günü Saray’da yapılan “Kaymakamlar toplantısı”nda kaymakamlara, mevzuata takılı kalmayın (Bu yasa, yönetmelik, yetkide sınır tanımayın demektir), “Gerekiyorsa belediyelerin araçlarına gereçlerine el koyun” diyerek her ilçeye “küçük birer diktatör” atayan Cumhurbaşkanı, dün de “mevzuat tanımamayı”, “Türk tipi başkanlık sisteminin de yönetim ilkesi olması” gerektiğini savundu.
Bugüne kadar başarılı olmasının sırrının “mevzuat amcayı dinlememesine” bağlı olduğunu söyleyerek Erdoğan, “başkanlık sistemi”nden muradının aslında herhangi bir başkanlık değil, “tek lider tek parti diktatörlüğünü” meşrulaştıracak bir sistem olduğunu da açıkça ilan etmiş oldu.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa