Olay yerine bağlanıyoruz…
Fotoğraf: Envato
Çarşamba akşamı Ankara’nın göbeğinde askeri araçların geçişi sırasında bombalar patladı, 28 kişi öldü, 61 kişi yaralandı. Türkiye seçim sürecine girdiğinden beri ülkenin çeşitli yerlerinde patlayan bombalar nedeniyle toplu ölümleri nerdeyse kanıksar hale geldik. Sonrasında hep bildik açıklamalar, klişe laflar, birlik mesajları… Oysa ölümler için yapılan saygı duruşunun ıslıklandığını, sevinç mesajlarının paylaşıldığını gözlerimizle gördük hep birlikte. Patlayan bombaların zamanlaması ise hep manidar oldu. Diyarbakır’daki patlama 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce gerçekleşti, beş kişi öldü. Suruç’ta 20 Temmuz’da 32 gencin öldüğü patlamanın hemen arkasından operasyonlar başladı. 10 Ekim Katliamı ise 1 Kasım seçimi öncesi barış isteyenlere verilen mesajdı. 12 Ocak’ta Sultanahmet’te patlayan bomba mülteci pazarlıklarının sürdüğü günlerde turistleri kurban seçmişti. İçeride etkisi çok büyük olmadı, hatta olay yerinden bildiren muhabirlerin görüştüğü tanıklar turizmin kötü etkileneceğinden yakındı. En son olarak iktidarın PYD’yi hedef aldığı ve tüm dünyayı terör örgütü olduğuna ikna etmeye çalıştığı zamanda, çarşamba akşamı, Ankara yeniden sarsıldı. Daha ölenlerin kim olduğu anlaşılmadan sorumlunun PYD olduğu açıklandı. Hem de “Hâlâ inanmıyor musunuz?” diyen apaçık bir üslupla.
Çarşamba akşamı gerçekleşen patlama ve sonrasında yaşananlar diğerlerinden farklıydı. Hem patlamanın şiddeti hem de hedef alınanın askeri personel olması nedeniyle polis ve jandarmanın kameraları olay yerinden uzak tutması, yanan bedenlerin, yaralanan insanların görüntülerinin televizyon ekranlarında yayımlanmasının, sosyal medyada paylaşılmasının önüne geçti. Olay yeri çembere alınmış, olması gerektiği gibi ambulansların işini yapması sağlanmıştı. Bu aileler için bir teselli değil elbette, ateş düştüğü yeri yakıyor, ancak kim olursa olsun ölenler, yaralananlar ve yakınları bu süreçte kendilerine saygılı davranılmasını hak ediyor. Demek ki polis yaralılara ve yardım edenlere gaz bombası atmak yerine güvenliklerini sağlasa ve ambulanslara yol açsa en azından rahatsız edici görüntülerin yayılmasının önüne geçilecek. Buna rağmen yapılan ilk iş patlamaya ilişkin yayın yasağı getirmek oldu. Zaten gerekli tedbirler alınmışken haber alma ve verme hakkının açıkça ihlali sayılan yayın yasağına her olayda tekrar eden “Milli güvenliğin gerekli kıldığı haller” ve “Kamu düzeninin sağlanması” gibi muallak gerekçeler dışında bir sebep gösterilmedi. Bundan sonrası ise habercilik açısından hep olduğu gibi tam bir trajediydi. Habercilik yapıyormuş gibi görünen haber kanalları olay yerindeki ya da hastanelerin önündeki muhabirlerine bağlandığında olayın oluş biçimi tekrar anlatılıyor, resmi kaynaklardan açıklanan ölü ve yaralı sayıları veriliyordu, sonra yeniden stüdyoya dönülüyor aynı şeyler tekrarlanıyordu. Ben en çok o soğukta boşu boşuna bekleyen muhabirlere üzüldüm. Kimse soru soramadı, olan biteni sorgulayamadı.
YAYIN YASAĞI BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLALİDİR
Yayın yasağına yine her zaman olduğu gibi direnen, habercilik yapmaya çalışanlar ise AKP Milletvekili Aydın Ünal tarafından hedef gösterilerek “Terör örgütleri adına faaliyet gösteren şer odakları” olarak nitelendirildi. Tekrara giriyor bile olsak hatırlatmakta fayda var, halkın haber alma hakkı terör ve çatışma dönemi de dahil olmak üzere her durumda devlet tarafından korunmak zorundadır. Basın özgürlüğü gerek uluslararası sözleşmeler gerekse Anayasa ve Basın Kanunu ile koruma altındadır, kısıtlanması ancak istisnai durumlarda, müdahale için ilgili bir yasa olması ve demokratik bir toplum için meşru bir amacının olması durumunda kabul edilebilir. Her olayda milli güvenlik ve kamu düzeni gibi her şeyi kapsaması mümkün gerekçelerle yayın yasağı konamaz. Fikret İlkiz’in deyimiyle “Yayın yasağı yasaktır! Kural olan basın özgürlüğüdür. Basın özgürlüğünü kısıtlayamazsınız, yasak olan bu kısıtlamadır” (Bianet, 27.11.2014). Fransa’da 7 Ocak 2015 Charlie Hebdo Katliamı, sonrasındaki rehine operasyonu sırasında ya da 13 Kasım 2015’te 129 kişinin öldürüldüğü saldırılarda yayın yasağı konduğunu gördünüz mü? Yabancı medyayı takip etmeyenler en azından buradaki medya kuruluşlarının Fransa muhabirlerinin nasıl haber yaptıklarını hatırlarlar. Sonrasındaki operasyonlar sırasında bile muhabirlerin güvenli bir yerden izlemeleri sağlanırken, yetkililer tarafından, gazetecilerin (özgürce) soru da sorabildikleri bilgilendirme toplantıları da yapılmıştı.
OLAY YERİNDEN HABER YAPAN ‘TERÖRİST’ OLARAK GÖRÜLÜYOR
Şimdi kameralarımızı ülkenin doğusuna, insan hayatının maalesef batıdakinden daha değersiz olduğu yerlere çevirelim. Haber Nöbeti için gittiğimizde, 5 Şubat’ta, Nusaybin’de Azadiya Welat Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Rohat Aktaş’ın annesi Meliha Aktaş ile görüşmüştüm. Rohat Aktaş, Cizre’ye haber yapmak için gitmiş, koluna şarapnel parçası isabet ettiği için bir bodruma sığınmıştı. Annesi oğlunun yaralı olduğunu biliyor ve bir sağlık koridorunun açılması için Nusaybin’de nöbet tutuyordu. Yaşadığına dair ümidi vardı. O ümit birkaç gün içinde söndü. Bodrum katından yanmış bedenler çıkarıldı, aralarında Rohat Aktaş’ın olduğu tahmin ediliyor ama henüz bilinmiyor çünkü cenazeler tanınamayacak durumda. Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği (MEYA-DER) ve Mezopotamya Hukukçular Derneğinin (MHD) oluşturduğu kriz masasının 15 Şubat’ta yaptığı açıklamaya göre Cizre’den 145 cenaze çıkarıldı. Ailelerin cenazelerini teşhis etmesi engelleniyor, cenaze sayısının daha da artacağı söyleniyor. Rohat Aktaş gibi bir başka genç gazeteci, DİHA Kameramanı Mazlum Dolan ise Diyarbakır Sur’da aralarında çocukların da bulunduğu bir bodrum katında mahsur kalmış ve orada olay yerinden bildirmeye çalışıyordu. Haber Nöbeti’ne giden arkadaşlarımızın aktardıklarına göre Mazlum Dolan 2 Aralık’tan beri orada haber yapmak için kuzeninin ailesiyle birlikte kalmış. Neyse ki cuma akşamı Mazlum’un bulunduğu yerden çıkarıldığı haberini aldık. En korkulanı ikinci Rohat olması ihtimaliydi. Bodrum katından çıkarılıp gözaltına alındı. Gerekçesini bu yazıyı yazarken henüz bilmiyoruz. Ancak Refik Tekin’in Cizre’de yaralı halde darbedilmesinden ve hastanede bile gözaltında tutulmasından yola çıkarak gazeteciliğin bir suç olarak görüldüğünü biliyoruz.
Rohat Aktaş gibi, Refik Tekin gibi, Mazlum Dolan gibi gazeteciler, canlarını tehlikeye atarak işlerini yapmaya, bize başka bir gerçeği göstermeye çalışıyorlar. Düzenlenen operasyonları, sokağa çıkma yasaklarını haklı bulanların, şüphe duyanların bile en azından olayın diğer tarafını görmek, kendi kararlarını vermek için bu gazetecilerin yaşama ve haber yapma haklarının korunmasını istemeleri gerekiyor. Onlar olmasa görebildiğimiz tek şey resmi makamların açıklamaları ve zırhlı araçların koruması altında haber yapan iliştirilmiş gazetecilerin anlattıkları. Şurası açık ki, hem doğuda hem batıda, olay yerinde insanlar ölüyor ama biz haber alamıyoruz.
- Haberin telifi meselesi 03 Aralık 2024 06:30
- Marx’ın vampirleri ve medyanın yeni sermayedarları 26 Kasım 2024 06:48
- Gazetecileri yargıdan kim koruyacak? 18 Kasım 2024 04:30
- Etki ajanlığı: Muhalefet 'casusluk' sayılacak 12 Kasım 2024 05:00
- Etki ajanlığı: Tek yasayla çok yasak 05 Kasım 2024 05:02
- ‘Cesur Yeni Dünya’nın çocukları 13 Ekim 2024 04:22
- “Sınır hattı çok sıcak” 06 Ekim 2024 04:42
- Medya bir çocuğa kanat takıp ağladı, diğerini çöpe attı 29 Eylül 2024 05:05
- Narin’in kanatlarından melek olmaya çabalamak 15 Eylül 2024 04:53
- Özak Direnişi bitmedi 13 Eylül 2024 05:20
- Gazeteciliği S-400’lerle aynı kutuya mı koyalım, ayrı mı saralım? 01 Eylül 2024 04:52
- Kâr-zarar hesabıyla ‘dijital faşizm’ 10 Ağustos 2024 06:50