Bir toplantı için Floransa’dayım. Galleria dell’Accademia’nın ortasında Davut heykelinin önünde yığılıp kaldım. Öyle bir görkem, öyle bir mükemmellik, insanı soluksuz bırakacak derecede… Dakikalarca incelemekten bıkılmayacak detaylara daldım. Michelangelo’nun Davut’u 1501 ile 1504 seneleri arasında Floransa Katedrali’nin arka bahçesinde tamamlanmış. Michelangelo, Agostinodi Duccio ve Antonio Rossellino’nun yarım kalmış işine talip olduğunda 26 yaşındaymış. Rönesansın bu en önemli heykeli Davut (ya da David) ve Goliath arasındaki mücadeleden doğuyor. Goliath Filistinli, savaşa zırhı ve kalkanıyla donanımlı bir şekilde geliyor. Çoban olan Davut’un elinde ise sadece bir taş ve sapan var, bir de tanrıya inancı ve cesareti. Michelangelo Davut’u çıplak ve Goliath ile savaşa girmeden hemen önce yakalamış. Elindeki taşı sımsıkı tutuyor, mermerden oyduğu mükemmel vücut figürünün en can alıcı kısmı her an canlanıverip kavgaya girebilecekmiş izlenimi vermesi. Zaten ziyaretçilerin büyük bir kısmı sanırım bu nedenle heykelin başından ayrılamıyor, dakikalarca seyrediyor. Davut heykeli sadece 16. yüzyılda değil daha sonraları da gücü tekelinde bulundurmak isteyenlerin karşısında bağımsızlık ve özgürlük için cesaretin sembolü haline gelmiş. Yüzüne baktığınızda kolayca anlaşılabileceği gibi gayet sakin fakat mücadeleye bir o kadar hazır. 

Her ne kadar ülke dışında olup gündemden uzak kalmaya çalışsam da bütün bunlar beni yine son hızla ülkeye götürdü. Önce aynı nedenlerle bundan 10 yıl önce ellerine taş almış ve bu nedenle tutuklanmış, cezaevinde işkence görmüş çocukları düşündüm. Sonra o çocuklar ve arkadaşları büyüdüler, ülkeden umudu kesip hendekler kazdılar, sonunda bir kısmı Cizre’de, Sur’da bodrumlarda yanarak öldüler. Onların ellerine taş aldığı yaştaki çocuklar şu anda Sur’da boyunlarına bakır tellerden künye geçiriyorlar ki öldüklerinde kim oldukları belli olsun. Onların ölmeyen bir kısmı da büyüyecek ve nefretle sürülen bu topraklarda savaşmaya devam edecek sadece birileri savaş istediği için, çocuklar ölmesin demek suç olduğu için. 

Rönesans’ın başyapıtı Davut’un “terörist” ilan edildiğini hayal ederken taşsız elimi sıktığımı fark ettim. Tam Michelangelo’nun Davut’un sağ elinde oyduğu gibi bileğimin altındaki çizgiye şaşırdım. Dişinizi sıkmayı bırakıp denerseniz anlarsınız. Davut, 16. yüzyıldan beri temsil ettiği özgürlüğün timsali olarak yerinde duruyor, biz de…

MATBUAT KANUN DAİRESİNDE SERBESTTİR

Böyle yazıyordu bu toprakların ilk anayasası olan 1876 Kanuni Esasi’nin 12. maddesinde. Hiç öyle olmadı, bir yılı bile bulmadan baskılar basını nefessiz bıraktı, çok defalar olduğu gibi, o nedenle “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” ifadesi basın özgürlüğünün değil, özgürlük verirmiş gibi görünüp basına daha fazla baskı uygulanmasının nişanesi oldu. Tıpkı bugün olduğu gibi. Anayasa’nın 28. maddesine göre “Basın hürdür, sansür edilemez” ya da 5187 sayılı Basın Kanunu’na göre “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir”. Geçen hafta imc TV kanunda yeri olmayan bir savcının talebiyle uydu yayınından çıkarıldı, bir başka deyişle sansürlendi. Bu hafta Zaman gazetesinin de içinde bulunduğu Feza Gazetecilik AŞ’ye kayyum atandı. Devlet hiçbir gerekçe göstermeden bir yayını durdurdu ve özel bir şirkete el koydu. Daha önceden tecrübe ettiğimiz için biliyoruz, kayyum ataması demek şirketin varlıklarını batırıp kapatmak demek. Aslında açıkça suç ama henüz bu konuda kimse yargılanmadı. Özel mülkiyetin gaspı ve ticari suçların yanında asıl meselemiz basın özgürlüğü, iktidar kendisine muhalif bir gruba ait gazeteleri bu şekilde susturarak kazanabileceğini zannediyor. Bunun sonu olmayan bir gidiş olduğunu tekrar etmeye gerek yok. Bu arada halkın gaz bombaları ve tazyikli sularla engellendiği yürüyüşü “Diyarbakır yürümedi” başlığıyla duyuranlar unutmasın yarın bu gazeteler “Halk okumadığı için kapandı” diye duyurulacak ya da ana akımda kaldırılan programlar “Halk izlemediği için” kaldırılmış olacak. Bu değirmene su taşındığı sürece. Geçmiş hesaplaşmaları bir tarafa bırakıp birlikte mücadele edeceğimiz son düzlüğe girdik, cesaret maalesef bu dönemde heykelimizin yapılmasını değil ama adımızın unutulmamasını sağlayacak.

ALIŞIN ARTIK! SİYASETTE VE HER YERDEYİZ!

Mart ayındayız. Bu haftanın konusu kadınlar olacaktı. İçine girdiğimiz savaş ortamı nedeniyle artık dikkat çekmese de günde üçer-beşer öldürülmeye devam eden kadınlar. Ve kadın hakları için mücadele eden dayanışma içinde olan kadınlar. Geçen hafta yandaş medyanın “ah vah”la yâd ederken hiç değinmediği, Reçel-blog’da Haşime Elif Kılıçaslan’ın gayet samimi bir şekilde hatırlattığı 28 Şubat’ın “korkulan” mücadeleci kadınları, bir milletvekili tarafından korktuğu için Meclisten kovmaya çalıştığı Avukat Hülya Gülbahar gibi aktivist kadınlar, barış isteyen başörtülü ya da başörtüsüz kadınlar… Fakat heyhat iktidar yine korktu, 8 Mart gibi dünyanın her yerinde düzenlenen eylem için son gün İstanbul’da yasak kararı çıkarttı. Yasaklasanız ne yazar, hatırlatalım, evde işte, siyasette, biz her yerdeyiz.

Gündem izin verse de yazsam diye heves ettiğim bir konu Socrates dergisiydi. Bir sporsever olarak severek okumama rağmen dergide az sayıda kadın yazar olmasını ve editoryal kadroda kadın bakışının eksikliğini çok hissediyordum. Sokrates mart sayısında sporda kadın mücadelesine yer vermiş, 5 Harfliler’den ve başka kadın yazarlardan destek almış. En severek okuduklarımdan biri Nilgün Toker’in kaleme aldığı Billie Jean King’in hikayesiydi. Teniste kadın-erkek eşitliği için Bobby Riggs’i yenen King bu süreçte bir aktiviste dönüştüğü için “Ama Billie sen spor hakkında değil, politika hakkında konuşuyorsun!” diyenlere “We are politics!” cevabı vermiş. Sovrates’e yetmez ama teşekkürler diyerek umutlu kapatalım.

Evrensel'i Takip Et