Tanrı Ayolos'un öfkesi
Denizler tanrısı eli yabalı Poseydon; yıllar süren Troya savaşı sonrası ülkesine deniz yoluyla dönüşü sırasında, saldığı azgın fırtınalarla, kral Odisseus’un bütün gemilerini batırdı ve kendisini de “savaş nedir bilmeyen” Fayakların cennet adasına savurup attı!
Sahilde Odisseus’u çırılçıplak bulan adanın güzel prensesi Naussikaa, hemen onunla ilgilendi; onu giydirip kuşattı ve saraylarına buyur etti aynı gün...
FAYAKLAR HALKIYLA TANIŞTIM...
Naussikaa’nın babası kral Alkinoos; töreleri gereği Odisseus’u sarayında iyice yedirip içirdi. Sonra da nerelerden geldiğini, başından geçenleri anlatmasını istedi. Odisseus biraz düşündükten sonra; “Buraya gelmeden önce canavar Tepegözlerin ülkesine uğradık,” diye denizlerdeki serüvenlerinden söz etmeye başladı. “Orada bir mağarada yaşayan tanrı Poseydon’un oğlu tek gözlü Tepegöz Polifemos; kürekçi yoldaşlarımdan üçünü parçalayıp yedi! Ben de bir punduna getirip denizlerin gizemlerini öğrenmeye kalkanları çipçiğ yiyen bu canavar Polifemos’un alnındaki tek gözünü kör ettim! Haliyle son hızla kürek çekerekten oradan uzaklaştık.Ama ondan sonra da, Polifemos’un babası tanrı Poseydon’un hiç dinmeyen öfkesinin artık tek hedefi oldum...
O BÜTÜN RÜZGARLARIN TANRISIYDI...
Birkaç gün yolculuktan sonra ulaştığımız ada, tanrı Ayolos’un adasıymış. Baştanrı Zeus, yeryüzünde esen bütün rüzgârların yöneticisi yapmış onu. O yüzden Ayolos; bir tuluma kapattığı tekmil fırtınalardan hiçbirini salmaz ya da gerektiğinde, tulumundan salıverdiği o azgın kasırgalarla, karaları ve denizleri, allak bullak ederdi...”
Gerçekten eski çağda söylendiğine göre, Odisseus’un sözünü ettiği tanrı Ayolos’un kendi adını taşıyan adasının çevresi, tunçtan bir surla çevriliydi... Ve onun ailesiyle birlikte yaşadığı o küçücük kenti de, göğe doğru yükselen dev bir kayanın üstüne kuruluydu... Altısı kız altısı erkek, on iki çocuğu vardı tanrı Ayalos’un. Hepsi de her zaman şenşakrak şölenler içinde geçirirlerdi günlerini... Şunu da belirtmek gerekir ki, adalarına uğrayan insanları içtenlikle, dostlukla ağırlarlardı. Ve konuklarına, dünyada olup bitenler konusunda sorular sorarlardı hep. O yüzden tanrı Ayolos; Troya’da kimlerin ve niçin savaştıkları konusunda bildiklerini anlatmasını istedi Odisseus’tan...
SAVAŞIN NEDENLERİYLE İLGİLENDİRİYORDU...
Bunun üzerine Odisseus; “Bu savaşa istemeye istemeye katıldığımı; hattâ beni alıp götürmesinler diye deli numarası bile yaptığımı anlattım ona” diye konuşmasını sürdürdü. “Çünkü benimle birlikte savaşa katılacak o gencecik çocukların, sağsalim geri dönüp dönememesi söz konusuydu. Üstelik bu savaş tam bir talan savaşıydı! Gerçi bizim Başkral Agamemnon’a göre bu savaş, Troyalı Paris’in sözde zorla kaçırdığı Yunanistanlı güzel Helena’nın namusunu temizleme amacına yönelikti! Ve bu konuda gene sözde Baştanrı Zeus ona savaş açma buyruğu vermişti! Tabii halkın büyük çoğunluğu ona inanmasa da inanmış gözükmek zorudaydı! Her neyse, bütün bunları tanrı Ayalos’a dilimin döndüğünce anlattım. Sonra artık beni de özgür bırakmasını istedim... Çünkü yıllardır karım, çocuğum, halkım gözümde tütüyordu! İsteğimi geri çevirmedi tanrı. Hemen kestirdiği dokuz yaşındaki sığırın derisinden bir tulum oluşturdu... Bu tulumun içine de, bölgede esen bütün azgın rüzgârları koydu.Sonra da gümüş gibi pırıl pırıl parlayan kalın bir iple ağzını iyice bağladı tulumun. Artık en ufak bir rüzgâr bile çıkamazdı oradan! Götürüp onu geminin en dip köşesine, ikinci bir kalın sicimle bağladı... Bizi yolcu etmeden önce; ‘Artık fırtınasız dalgasız, sağsalim yuvanıza kavuşursunuz,’ dedi. Gemimizin ardından da Zefiros denen Karayel poyrazını saldı... Ve bu Karayel, aynı zamanda bir yoldaş olarak bizi son menzilimize ulaştıracaktı! Tam dokuz gün dokuz gece, denizi ve güneşi okşaya okşaya yol aldık... Onuncu günü yurdumun tarlaları bile ucundan kıyısından gözükmeye başlamıştı artık... Ne var ki birden beklemediğim bir uyku sardı beni... Olduğum yerde dalıp gittim.. Ama çok güvendiğim adamlarım, kötü kötü düşünmeye başlamışlar. Aralarındaki konuşmaları kopuk kopuk da olsa duyuyordum... ‘Biz de Troya’da gece gündüz yıllarca savaştık!’ diyorlardı. ‘Krallar bizim kılıcımızla topladığımız ganimetleri kendi aralarında pay ettiler hep!
TULUMU ALTINLARLA DOLU SANDILAR!
Ama biz hava aldık. Şimdi de tanrı Ayolos neler koydu kimbilir tulumun içine? Haydi, tulumu bir açalım! İçinde altın, gümüş ne varsa aramızda paylaşalım!’ Aşağı yukarı böyle konuştular aralarında... Ama ben bir türlü kendimi toparlayıp yerimden kalkamadım! Haliyle tulum açılınca içindeki en azgın fırtınalar, kudurmuşçasına sardı denizi! Gemimiz hemen rastgele savrulmaya başladı... Yerimden fırladım. Öfkemden kendimi denize atıp boğasım geldi!
Başıboş kalan rüzgârlar; tanrı Ayolos’un adasına doğru, gerisin geri götürdü gemiyi. Bizi görünce şaşıran tanrı Ayolos; ‘Hayrola?’ diye sordu... Durumu anlayınca da; “İçinde altın gümüş var mı diye tulumu açtınız değil mi? İşiniz gücünüz altın, ziynet sizin!’ diye gürledi.
Tanrı böylece kovdu bizi!..
Artık denizin ve tanrı Poseydon’un öfkesiyle yeniden başbaşa kalmıştık...”
Burada biraz soluklandı yorgun Odisseus. Ama hemen Fayakların iyi yürekli kralı Alkinoos;“Sağol, konuğum,” dedi gülümseyerek.“Öykünün gerisini yarın, iyice dinlendikten sonra anlatırsın...”
***
(*) Mitolojiyle ilgilenen okurlarımıza aşağıdaki kitaplarımı öneriyorum:
- AKDENİZLİ TANRILAR (Y. ATAN-Evrensel Yayınları, 2. baskı).
AKDENİZ MİTOLOGYASNDAN EFSANELER (Y. ATAN-Evrensel Yayınları)
Evrensel'i Takip Et