Onlar “güzel duyu” ya (estetiğe) düşman
Yıllarca önce Ankara’da, çağdaş Türk mimarlığından söz etmemi istedilerdi.
O günlerdeki dostum Muammer Sun’ dan bir dilekte bulundum: Uyandığımızdan başlayarak bir gün içinde, sokakta, dolmuşta, otobüste, çalışma yerimizde zorunlu olarak radyodan dinlediğimiz müzik(?) leri ardı ardına saptamasını istedim ondan… Bir ses alma aygıtıyla yaptı bunu…
Konuşmama başlamadan önce bunu dinlettim dinleyicilerime:
Beethoven’ den İsmet Nedim’in “Veremli Kız” ına…
Dokuz on çeşit müzik… Operadan, şarkı, türküye…
Kimse sonuna dek dayanamadı. Kulaklarını tıkadılar…
Mimarlığımızın durumu da buydu işte… Önceleri buna çoğulculuk diyenler oldu… Arabesk üzerine bilimsel çalışmalar bile yapıldı. Kafalar öylesine karışıktı. Konfüçyüs’ ün “Bir ülkede müzik bozuldu mu her şey bozulmuş demektir” sözünü bile anımsamadılar.
Dilimizden söz etmeme gerek var mı? İlkokulda Arapça öğretilmeğe kalkışılan bir ülkede…
Radyoyu. TV yi dinleyenlerin Türkçeleri bozulmaz mı?
Kültürümüzün değişik alanlarında güvenilir ölçütlerle doğru saptamalar yapılmıyor. Yapamıyoruz… Bir çocuğun yetişmesinde elbirliğiyle, önüne, çevresine koyduğumuz örneklerin bize özgülüğünden, kendi kültürümüzün örneği olduğundan, güzel duyusal niteliklerinden söz edebilecek durumda olmadığımızı da biliyoruz sanırım. Örneğin bir oyuncak kültürümüzden söz edebilir miyiz?
(Hemen burada bir açıklama yapmak zorundayım. “Biz” dediğimde etnik, dinsel, şu bu
hiçbir ayrım yapmadığımı, çok uzun yıllardır yazılarımdan bildiğinizden kuşkum yok.)
Ya çocuklarımızın ellerine verdiğimiz o kötü resimli, kötü baskılı betikler…
Lise eğitimindeki öğretmenimin, sınıfımızın sıvasındaki çatlağı gösterip,
“Bir gün bu sıva çatlağı sizden hesap soracak!”
Dediğini hiç unutmuyorum.
Çocuklarımızın güzel duyusal evrenlerine yaptığımız kötülükleri bir düşünün…
Evde, sokakta, alanda, kentte, bütün çevremizde kültür kirlenmesinin kanıtlarını yaşıyoruz.
Gözlerimizi bozuyorlar, kulaklarımızı sağır edercesine kirletiyorlar, yüreklerimize basıyorlar.
Burada “arabesk” den bir kez daha söz etmeden yapamayacağım.
Bunun içinde önceki bir yazımdan kısa bir alıntı yapmak istiyorum:
ABD de bir üniversite kentindeydim. Tasarımını yaptığım yapıyı uygulayacak üstenci ile gereçleri konuşuyorduk.
Ben, “şu gereçle yapılacak” dedikçe o,” onun yerine şu daha dayanaklı şu yapay gereci kullansak olmaz mı?” diye soruyordu. Babası Polonya’ dan göç etmiş bu kişi, konuşmamızın bir yerinde dedi ki:
“Sizi anlıyorum. Gerçekten ben de uzun süre alışamadım buna… Ama bu ülkede her şeyin en az bir benzeri yapılmıştır. Her şey gerçek değil de bir şeyin benzeridir. Mermer değil de tıpkı mermere benzer. Ahşap değil de ama uzaktan kolay kolay anlayamazsınız.
Bu saptamanın doğruluğunu, orada geçen her günümde daha iyi anladım.
“Anladıklarım orada kalabilseydi.” Diyorum son yıllarda çevreme baktıkça…
Kısacası “arabesk” bize yalnız doğudan gelmiyor, batıdan da geliyordu…
İstanbul’ da yetiştirilirken, ustalarımız, mimar ağabeylerimiz, mimarlıkta bir şeyin bir başka şeyin yerine kullanılmasını neredeyse “namus” konusu sayarlardı. Bir şey kaplamaysa kaplama olduğu belli olmalıydı. Örneğin ben, bir duvarı mermerle kaplayıp da som mermer olarak göstermeğe çalışmadım hiç. Mermerin kaplama olduğu hemen belli olsun istedim. Ahşapmış gibi boyanmış formika kullanmadım hiç. Ya da plastik pencere doğramasını ahşap gibi göstermeğe çalışmadım. Tuğla ya da beton duvarı kayrak taşla kaplayıp taş bloklarla yapılmış gibi göstermek düpedüz yalancılıktır benim için. Hele kagiri ahşapla kaplayıp, yüz yıl önce yapılmış bir yapı gibi göstermek, bununla biçem yakalamağa çalışmak, dedim ya, en azından “ahlak” sorunudur.
Evrensel'i Takip Et