23 Mart 2016 00:50

Fırlatılmış bumerang

Fırlatılmış bumerang

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Sistem gözetler; çünkü yönettiği kitlelerden kuşku duyar ve korkar. Bundan dolayı daha fazla güvenlik önlemi alır. Polis ve asker gücünü arttırmaya çalışır. Kendisine yönelik suça karşı önlem almaya çalışır; suçu önceden tespit etmeye çalışır ve bundan dolayı düşünce suçu diye bir şey uydurur. Polis ve asker gücünü arttırmak, bu şiddet aygıtlarının kontrolden çıkmasına da neden olur. Ama sistem bunu önemsemez. Çünkü sistem için esas önemli olan yönettiği kitlelerin kontrol altına alınmasıdır. Korku ve endişe nedeniyle kitleler kolayca kontrol altına da alınır.

Peki, bu mekanizma eğitim sistemi içinde nasıl işler? En basitinden müfredat ve bu müfredatı benimsemesi ve öğrenmesi beklenen bireylere yapılan sınavlar aracılığıyla işler.

Müfredat merkezi eğitim sistemi tarafından yapılandırılır. Dolayısıyla neyin nasıl öğrenileceği önceden bellidir ve öğrenciler bunun içine adeta fırlatılırlar. Bu fırlatılma hali, öğrencide neredeyse bir varoluş mücadelesine sebep olur. Müfredat denilen şey, eğitim bilimine göre öğrenilecek nesne iken, öğrenci müfredatın nesnesi oluverir; müfredat tarafından biçimlendirilecek bir “şey”e dönüşür öğrenci. Dolayısıyla düşünmeyi öğrenmekten ziyade müfredata hakim olmayı, daha doğrusu müfredatın hakimiyeti altına girmeyi öğrenir. Bu sayede devlet sistemi de, öğrencinin düşünmesine ipotek koyduğu için düşünce suçunu önleme yolunda da kendince önemli bir adım atmış olur. Peki, öğrencinin müfredata hakim olup olmadığını ya da müfredatın hakimiyeti altına girip girmediğini kontrol etmenin yolu nedir? Sınav… Müfredatın “şey”ine dönüşen çocuk birey, sınav sayesinde(!) yasaklarla sınırlandırılmış ve kaygı ile doldurulmuş patlamaya hazır bir bombaya dönüşür. Sınav süreci, tıpkı devletin kitleleri yönetim sürecinde gözlemlendiği gibi kuşku ekilmiş bir süreçtir. Öğrenciden kuşku duyar okul sistemi. Kuşku duyduğu için katı kurallarla yönetir sınav sürecini. Kendisinden duyulan yoğun kuşku, öğrencide yüksek düzeyde kaygıya yol açar, başarısızlık da arkasından gelir. Bu sürece dayanabilenler ayakta kalır. Yeterince dayanıklılık göstermeyenlerin bir kısmı da suçluluk duygusu içinde kıvranır. Müfredat ve müfredatı yönetenler tarafından gözetleniyormuş gibi bir izlenime kapılan çocuk birey depresyon, paranoya, vs. gibi psikolojik rahatsızlıklarla boğuşmak zorunda kalır. Dolayısıyla sistem kuşku eker; peki ne biçer? Aklınıza gelebilecek her türlü psikolojik rahatsızlığı…

Yukarıda tarif edilen bu süreç yüzünden eğitim, öğretim, akademik başarı gibi kavramlar öğrencinin görevi gibi algılanmaya başlanır. Artık, okul, öğrenme, eğitim gibi şart görünen “şey”ler, çocuk bireyin gelişimi için “şart” olmaktan ziyade sistemin yaşaması ve kendisini yeniden üretmesi için “şart”a dönüşür. Tıpkı dinlerin şartı olan bazı eylemler gibi devletin de şartı olur eğitim, öğretim, okul, gelişim, vs. gibi şeyler. Devletin şartı olduğu noktada düşünce suçu diye uydurulan suçun önlenmesinin bir aracı olur okul. Çünkü böylece düşünmeleri engellenmiş, sorgulamaları engellenmiş, her şeyi sorgusuz sualsiz kabul eden, kendine özgü bir düşünce sistemi ve ideoloji geliştiremeyen bir birey kalır geriye…

Bu kadar düz mantıkla anlattığıma bakmayın. İnsan bu kadar da öngörülebilir bir varlık değildir aslında. İnsanı öngörülebilir bir varlık haline dönüştürmeye çalışan merkezi iktidarlar, elbet bir gün yanıldıklarının farkına varırlar. Tarih boyunca böyle olmuştur. Ama yukarıda tarif ettiğim dinamik süreç insanların birçoğu için bu şekilde işliyor maalesef. İnsanın bu hikayesini anlatan kült romanlar ve filmler (1984, Fahrenheit 451, Azınlık raporu, vs.) insanın öngörülemezliğini de vurgulamışlardır. İktidar her zaman umduğu gibi işletemez düzeni. Öngörülebilir hale getirdiğini sandığı insan sonunda bumerang etkisi yapar ve fırlatılmış olarak başladığı yolculuğunda rotasını kendi belirleyen, aklını kullanmakta başarılı ve kararlı bir insan olarak çıkar iktidarın karşısına.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa