10 Nisan 2016

Akdeniz’den öyküler anlattı

Yunanistanlı kent kralı Odisseus’un sarayı; onun dul kaldığını sandıkları karısı kraliçe Penelopeya’yla evlenmek isteyen şımarık damat adaylarıyla kaynaşıyordu...
Savaş yorgunu Odisseus; yirmi yıl sonra Troya’dan dönünce, kendi sarayına bir dilenci kılığında sığındı. Ve onun kral Odisseus olduğunu da yalnızca yeniyetme oğlu Telemahos biliyordu...
Öğle yemeği sırasında kraliçe Penelopeya’yla evlenmek isteyen arsız egemenlerden biri, kocaman bir kemik parçasını fırlatıp büyük bir şangırtıyla Odisseus’un önündeki sofrayı devirdi!

BİRAZ GEÇMİŞİNİ ANIMSADI ODİSSEUS

Bu olay üzerine Odisseus, hemen yanına gelen oğlu Telemahos’a; “Bu herifin yaptığına sakın aldırma güzel oğlum, nasıl olsa hesabını verecekler!” dedi. “Bak bu olay bana neler anımsattı, kısaca anlatayım” diye birkaç serüvenini kısaca anlatmaya başladı.
“Denizler tanrısı Poseydon, Troya savaşı sonrası buraya gelirken bütün gemilerimi batırmıştı. Binbir güçlükle ve çırılçıplak, Fayaklar denen bir halkın adasına sığınabilmiştim. O perişan halimle oranın güzel prensesi Nausikaa beni saraylarına buyur etmişti... Tıpkı annen Penelopeya’nın beni buraya kabul ettiği gibi! Fayakların kralı Alkinoos da daha ilk geceki şölende hakkımda çok güzel şeyler söyledi. Benim kral Odisseus olduğumu bilmiyordu haliyle! Konuşma sırası bana gelince, ‘Bu güzel halkın ulu kralı Alkinoos,’ diye başladım anlatmaya. ‘Böylesi dost sofralarda ekmeği ve şarabı kardeşçe bölüşmenin mutluluğu anlatılır gibi değil! Gene ülkendeki bütün halkların daha savaşın ne olduğunu bile bilmemesi inanılır gibi değil! Masallarda bile yok böyle şeyler... Evet, bana gelince, ben Troya savaşları sırasında vurgun yemiş Yunanistanlı kral Odisseus’um!”
Bu sözüm üzerine herkes birden suspus oldu.
‘Ama hemen şunu da söyleyim’ diye yeniden söze başladım. ‘Bu savaşa kesinlikle gönüllü katılanlardan değildim. Duymuşsunuzdur, bizim Yunanlı Başkral Agamemnon, Güzel Helena’yı Troya’ya kaçırdılar diye namus temizleme savaşı açtı Troyalılara. Amaç Helena’nın namusu filan değildi tabii; varsıl Troya krallığını yağmalamaktı! Ben gerçekte toprağı ve güneşi taparcasına seven bir adamım. O yüzden kralım diye tarlalarımı sürmezlik, sürülerimi o güzelim dağlarımızda gütmezlik etmezdim... Böyle böyle, en başta halkımla, eşimle, yeni doğan oğlumla mutlu mutlu yaşayıp gidiyordum... Yunanlı Başkral Agamemnon, Troya’ya savaş açınca, beni de alıp götürmesin diye deli numarası yaptım. Başkralın gönderdiği elçilerin önünde, sahildeki kumsala tuz ekip öküzlerimle çift sürdüm! Ama elçiler yutmadılar! Velhasıl en seçme gençlerim ve gemilerimle savaşa katılmak zorunda kaldım... Aşağı yukarı on yıl sürdü bu ilençli savaş.
Biraz önce tanrısal ozanınız çalgısıyla Troya Atı’nı anlatırken, haliyle gözyaşlarımı tutamadım. Çünkü o atı tasarlayan da bendim; içinde saklananlardan biri de! Ne çılgınlıklar ettim savaş sırasında! Neyse, Troya’yı yakıp yıktıktan sonra sağ kalanlardan kimilerimiz hemen sılaya dönmek istedi. Kimileri  de biraz daha kalmak istedi. Ama ben arkada bıraktığım halkıma, karım Penelopeya’ya ve kucağındaki oğlumuz Telemahos’a yeniden kavuşmak ve yeniden barış günlerine dönebilmek için yanıp tutuşuyordum. O yüzden sağ kalan askerlerim ve gemilerimle dönüş yolculuğuma başladım...

SAVAŞ NEDİR BİLMİYORDU ONLAR...

Bu dönüş yolculuğumda mola verdiğim adalardan birinde tanrıça Kirke, beni ülkeme salmak istemedi. Bana ölümsüzlük bağışlamayı önerdi. Ama beni  kandıramadı... Ana-baba, eş toprağından daha sıcak olamaz hiçbir yer... El toprağının en görkemli sarayında bile yaşasa insan, hep kendi evini özler durur. Tanrıça Kirke’nin adasından da ayrıldım.
Bu yolculuğum sırasında da bir ara rüzgârlar bizi, Lotosyiyenler denen bir halkın ülkesine savurdu... Orada ilk işimiz su aramak oldu... Suyu arayıp bulduktan sonra üç adamımı saldım çevreye... Gidip oranın insanları ne iş yapar; öğrenip bana bildirsinler diye... Ama bir türlü geri dönmediler! Onları aramaya çıktım... Bir de ne göreyim? Hiç savaşçı değilmiş oranın halkı... Lotos ağacının meyvelerini yerlermiş hep... Zaten kim yerse o meyveden, bir daha o topraklardan ayrılamazmış... Artık orada deniz ve toprakla, aşk içinde yaşamaya başlarmış... Bunları duyunca haliyle donup kaldım... Çünkü üç adamım lotos meyvesinden yemişler, barışın olduğu o ülkeden artık ayrılmak istemiyorlardı! Ne dedimse dinlemiyorlardı! Üçünü de zincirleyip gemilere getirdim! Daha sonra denizler tanrısı Poseydon, egemenliği altındaki denizlerin gizemlerini çözüyorum diye bana öfkelendi; bütün gemilerimi batırdı. Bu güzel ülkenize böylece geldim işte, diye konuştum...”

HALKIMIZ DA O GÜNLERİ UNUTSUN!

Odisseus burada biraz soluklandı... “Niye anlattım sana bu öyküyü, güzel oğlum? Şunu demek istiyorum: Kendi ülkemizi de işte böyle savaş nedir bilmeyen o güzel halkların ülkesine dönüştüreceğiz birlikte! Hele şu evimizdeki arsız adamları bir kovalım!”
Odisseus birden oğluna sarılmak istedi. Ama onun kral Odisseus olduğunu haliyle kimsenin bilmemesi gerektiğinden, içinden püskürüp gelen bütün duygularını, zorlukla da olsa yüreğine gömdü...
***
Bu haftaki şiirimiz de hep sevgiden yana...
***
YOKSA YÜREĞİN SUSAR  
Öldürme sakın dağlardaki
O güzelim kurtları kuşları
Ve zehirlenmesin topraklar
Hani her mevsim çiçekler püskürür orda
Yoksa yüreğin susar

Sokaklara bakalım yürürken
Bakarsınız miyavlar
Öksüz bir yavru hani
Geçip gitmek olmaz ki
Yoksa çocukluğumuz ağlar
Ve el edelim güneşe her gün
Atlarıyla geçerken dört nala
Gönülden ve derinden

Ve her sabah diyelim bir merhaba
Kuşlara ağaçlara
Kaymasın diye ellerimizden
Bu güzelim dünya.

Yaşar ATAN

Evrensel'i Takip Et