10 Nisan 2016

Hrant Dink’in ölümünün ardından Türkiye’de nefret söylemi ve nefret suçuna yönelik farkındalık arttı, başta Hrant Dink Vakfı olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu medyada / sosyal medyada nefret söylemini izliyor, teşhir ediyor. Nefret söyleminin kökenleri ve sonuçları üzerine sık sık toplantılar, paneller düzenleniyor, toplumun bu konuda bilinçlenmesine çalışılıyor. Çünkü nefret söylemi yasaklanarak önüne geçilecek bir sorun değil. Bizdeki gibi bu konuda yeterli ve açık yasal düzenlemeler olduğunda dahi uygulanmıyor, uygulandığında ise nefret söylemini engellemek için değil düşünce özgürlüğünü kısıtlamak için kullanılıyor. Merak eden Türk Ceza Kanunu 216. maddesinden kimlerin yargılandığına baksın.
Nefret söylemini engellemenin yolu öncelikli olarak onu üretmemek, üreteni tespit etmek gerekliyse teşhir etmek, uyarmak ve toplumu bilinçlendirmek. Bu süreçte zincirin ilk halkasını siyasetçiler oluşturuyor. Siyasetçilerin söylemlerine çok dikkat etmeleri gerekiyor, onların söylemleri toplumdan nefret söyleminin yayılmasının en önemli nedenlerinden biri. Siyasetçinin nefretle ağzından çıkan bir sözcük sosyal medyada küfre dönüşüyor. İkinci sırada gazeteciler var. Onların nefret söylemi konusunda bilinçli olmaları en azından yayılımı bir derece önlüyor. Siyasetçinin ağzından çıkanların nefret söylemi olduğunu fark eden bir gazetecinin yazdığı haber siyasetçileri de toplumu da uyarıcı nitelikte oluyor. Biz üniversitelerde böyle gazeteciler yetiştirmek için çabalıyoruz. Sivil toplum da bu halkada gazetecilerle birlikte mücadele ediyor. Son aşama ise toplum. Nefret söyleminin acı sonuçlarını defalarca gören bir toplumun bunun yayılmasının önüne geçmek için daha çok çaba sarf etmesi gerekiyor.
Bilinen denklemdir, nefret söylemi toplumda pek çoğumuzda hâlâ var olan ön yargıları pekiştirir, sonucu ise nefret suçudur. Tıpkı Hrant Dink örneğinde olduğu gibi, öldürülmelerini artık kanıksadığımız LGBTİ (lezbiyen, gay, biseksüel, transgender, interseks) bireyler gibi, Malatya’da Alevi olduğu için ramazan’a Evli ailesinin linç edilmeye çalışılması gibi, Zirve Yayınevi katliamı gibi, Rahip Santoro’nun öldürülmesi gibi… Daha o kadar çok örnek var ki sayabileceğimiz. Hepsinin ortak paydası nefret suçlarına karışanların çoğunun cezalandırılmaması ya da minimum cezalarla kurtulmaları.
Geçtiğimiz hafta Özgürlükçü Hukukçular Derneği, Mezopotamya Hukukçular Derneği, Asrın Hukuk Bürosu, Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı çalışanı avukatlar Cizre’ye ilişkin bir rapor yayımladı. Raporda Cizre’de sokağa çıkma yasakları süresince yaşanan insan hakları ihlalleri tüyle ürpertici biçimde anlatılıyor. Kadınların bedenlerinde ırkçı yazıların yazıldığı, memelerinin kesildiği, gözlerinin çıkarıldığı, bedenlerinin yakıldığı tespit edilmiş. Evlerde kadın iç çamaşırlarının yerlere serildiği, ırkçı, cinsiyetçi yazıların bulunduğu da tespitler arasında. Sokağa çıkma yasağının kalkmasının ardından Cizre’ye giren gazeteciler de benzer yazıları fotoğraflarla kanıtladılar. Dahası bazı JÖH-PÖH hesaplarından yatak odalarına giren askerlerin, polislerin rujlarla aynalara yazdığı cinsiyetçi yazıları paylaştıklarını da gördük. Bu rapor çok ciddi bir duruma, sistematik işlenen nefret suçlarına işaret ediyor, adını koymak lazım. Hükümet operasyonların meşruluğunu kendi kitlesine bir şekilde anlatıyor ve destek buluyor olabilir ama ‘arkanızdayız’ dediği görevlilerin işlediği nefret suçlarını sahiplenmesi altından kalkabileceği bir durum değil.

‘KÜRT, ERMENİ, YAHUDİ, HRİSTİYAN, HEPSİ BİZE DÜŞMAN’

Bu alanda çalışanlar bilirler ki nefret söz konusu olduğunda öyle tek bir grubu hedef almakla yetinmez, örneğin Kürtlere yönelik nefret söyleminin ardından hemen “Zaten onlar Ermeni ya da Yezidi” ifadesi gelir, bununla da bitmez bu işte “Yahudi parmağı” aranır, bütün bunların “Haçlı zihniyeti”nden çıkma olduğunun altı çizilir. Bir taşla pek çok kuş vurulur. Geçen hafta da öyle oldu. Cumhurbaşkanı Amerika ziyaretinde kendisini protesto edenler arasında yıllardır eylem yapmayan, ortada olmayan ASALA’nın olduğunu iddia etti. Karabağ konusunda çatışmaların başladığı dönemde ateşkesi destekleyici açıklamalar yerine “Biz dualarımızı yaptık, inşallah bu çatışmalarda Azeri kardeşlerimiz en az burada kayıp vermek suretiyle inşallah bu işi başarırlar” dedi. Hemen ardından Twitter’da Ermenileri hedef alan küfürler, hakaretler, ölüm tehditleri içeren bir hashtag açıldı. Yazılanların yalnızca Karabağ’da çatışan Ermenileri ya da Ermenistan’ı hedef almadığını, Hrant Dink’in öldürülmesi sonrası “Hepimiz Ermeni’yiz” duyarlılığı gösteren herkesi hedef aldığını tahmin edersiniz.
Bu arada unutmadan ekleyelim 2012 yılında Malatya’da evleri taşlanan Evli ailesinden Servet Evli, saldırganların “Bizi tehdit etti” iddiası nedeniyle önceki hafta 28 Mart’ta hapis cezası aldı. Saldırganlara ise sadece “Mala zarar verme” ve “hakaret” suçlarından dava açıldı. Bu suçların da “Haksız tahrik altında” işlediğini iddia eden savcı indirim istedi. Zirve Yayınevi davasının 8 Nisan’daki duruşmasında ise savcılık olayı “terör eylemi” olarak görmedi, Ergenekon Örgütü ile bağlantısının olmadığını savundu böylece sanıklara da tahliye umudu doğdu. Fark ettiyseniz bütün bunlar sadece geçtiğimiz iki hafta işlenen ya da yargılaması devam eden nefret suçlarına ilişkin. Bu davaların takipçisi, nefret söylemi konusunda çalışmaları da bulunan Gazeteci Kemal Göktaş iyi gazetecilerin ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha gösterdi.
Nefret tohumlarını ekenler, nefret söylemini tetikleyenler, nefret suçlarını cezasızlıkla ödüllendirenler bunun sonuçlarını hiç hesaba katmıyorlar belli ki. Acılarımızda neden ortaklaşamıyoruz diye hâlâ sormaları bunun göstergesi. Belki yıllar sonra bir siyasetçi çıkıp bugün yaşananlar için gözyaşlarıyla özür dileyecek, ömrü vefa edenler hafızalarında kalanları anlatırken “Ülkeyi o zaman çok karıştırdılar” diyecek, onların torunları “Peki bütün bunlar olurken sen ne yaptın?” diye sorduklarında “Sustum” demek de bizim utancımız olacak. Böyle devam ederse nefret söylemi ve nefret suçu konusuna devam edeceğiz…

Evrensel'i Takip Et