İstemek yetmez, gereken daha çok çabadır
Fransa, İngiltere, Almanya, Yunanistan ve Türkiye‘de grev ve direnişlerin arttığı bir döneme girildi. Ortak temaların yanısıra farklı talepleri de bulunan bu gösteri, protesto ve grevlerin tümünde de sermaye ve hükümetlerinin politikaları protesto ediliyor; çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi isteniyor. Yaşam koşullarının iyileştirilmesi demek, hayatın tüm yönleriyle ilgili daha ileri daha yüksek standartların gerçekleştirilmesi demektir. Politik, iktisadi, sosyal ve kültürel tüm yönleri kapsar.
Ancak, Türkiye’de gerçekleşen protestoların önemli bir kesiminin asıl karakteri, taleplerin belirli kesimlerin sınırlı talepleri olarak şekillenmesi ve birbirleriyle ilişkilerinin kaçınılmazlığına karşın şurada ücret, burada işyeri koşulları, diğer yerde taşeron çalıştırma sorunu, bir başka yerde işten atma; veya daha genelleşmiş olarak kıdem tazminatı, “kiralık işçilik” gibi sorunlarla bağlı olarak gelişmesidir. Böyle olması açıktır ki bir “doğallık” gösterir; her kesim için ilk baştaki sorunlar kendiyle ilişkin olarak öne çıkanlar olacaktır. İşten atılan işten atmaları protesto edecek, taşeron sistemi cenderesine alınanlar taşeronluğun son bulmasını, ücretlerini yetersiz bulanlar ücretlerin yükseltilmesini isteyeceklerdir. Bu durum ama böyle parçalı halleriyle sürüp gittiği ve işçi kitleleri tüm bu sorunların aslında kendi sınıflarının sorunu olduğunu; herbiri için mücadeleye atılmak için sıranın kendilerine gelmesini beklememek gerektiğini bilerek hareket etmediklerinde hem taleplerin elde edilmesi için yeterli güç oluşturulamayacak hem de sınıfsal birlik bilinci eksik ve topal kalacaktır.
Basit örnek, Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların Ankara Şubelerinin “kiralık işçilik yasa tasarısı”na karşı yaptıkları eylemin, bu sorun tüm sınıfın, tüm ezilen ve sömürülen kesimlerin sorunu olmasına ve etkileriyle birlikte tüm halk kitlelerinin yaşamını etkilemesine rağmen, ülke düzeyinde tüm sendikaların ve tüm işçilerin katıldığı bir protestoya dönüşmedi. Başka bir örnek, “çocuk istismarı” olarak ifade edilen ve onu küçümsemek üzere hükümet ve yandaşlarının “olabilir!” göstermekten kaçınmadıkları fiziki, psikolojik, siyasi ve kültürel saldırı dalgasına karşı, kendileri de siyasal kültürel, iktisadi ve polisiye saldırıların hedefinde olan işçi ve emekçi kitlelerinin sessizliği ya da hayırhah tutumudur.(Gazeteler 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyanın cocuklara tecavüzden yargılanıp ceza almadıklarını; son beş yılda çocuk tacizlerinin %84,7; tecavüzlerin %1400 oranında arttığını yazdılar.) Daha da vahim olanı ise, Kürdistan’da girişilen ve Tayyip Erdoğan komutasında sürdürülen yıkım ve yok etme seferberliğine; modern yıkım silahlarıyla techiz edilmiş Moğol barbarlığına karşı yeterli bir tepkinin ortaya konmamasıdır. Oysa, kendileri de ezilen ve hakları için mücadeleye yöneldiklerinde Recep Erdoğan yönetimi tarafından “hain” ve “terorist” ilan edilen Türk işçi ve emekçileri, Kürtlere-ulusal kimlikleriyle bağlı hakları için mücadele ettikleri için yapılan zulmü kendilerine yapılmış saymadıkları; Kürt kentlerinin yıkımı ve yağmasına karşı sessiz kaldıkları sürece, “Kürt-Türk kardeşliği” üzerine söylemin hiçbir değeri olmayacaktır. (Tayyip Erdoğan, daha başbakanlığı döneminde Kürt kentlerini yıkım projeleri hazırlattığını itiraf ederek Sur, Cizre ve Hakkari gibi önemli direniş merkezleri başta olmak üzere “gerekirse tümüyle yıkılacakları ve yeniden yapılacaklarını” ilan etti. Arap ilticacılarını Kürt sınır bölgelerine ve daha içeride Alevi yerleşim alanlarına yerleştirerek nüfus bileşimini değiştirme, farklı inançlardan ve etnik kesimlerden kitleleri birbirleriyle düşmanlaştırarak ve devlete karşı talepleri için mücadeleden alıkoyarak sindirme politikası yoğunlaştırıldı.)
Bunlara daha çok sayıda örnek üzerinden eklemede bulunabilinir. Ancak, önemli olan şudur: Ortak ya da benzer sorun ve taleplerine rağmen, Kürt-Türk-Arap, Alevi-Sünni halk kitleleri kendi aralarındaki bölünmüşlüklerini aşma gücünü göstermekten henüz uzaktırlar. Bu durumun, burjuva partileri, kurumları, devleti ve hükümetleri tarafından polis-ordu-yargı ve zindan güçleri desteğinde sürdürülen zor destekli kara propagandayla bağı elbette vardır. Ancak kabullenilemez bir durum olup aşılması şattır. Sınıfın ve halkın birliğinin düşünsel istemleri aşarak somutluk kazanması için, hanği kesimi hedefliyor olursa olsun baskı ve zorun tüm biçimlerine karşı çıkmak, kendileri de sömürülen, baskı gören, haklarından yoksun tutulan, etnik kimliği, dini ve mezhebi inançları nedeniyle horlanıp aşağılanan tüm işçi ve emekçilerin ertelemeyecekleri, ertememeleri gereken bir ihtiyaçtır. “İç savaş tehdidi”nin ayyuka çıktığı; terörist yönetim politikalarının yoğunluk kazandığı bir dönemde bu ihtiyaç daha da artmıştır. 1 Mayıs başta olmak üzere Mayıs ve bahar dönemi bu ihtiyaç doğrultusunda mücadelelerin birleşik ve etkili sürdürüldüğü bir dönem olmalıdır!
Evrensel'i Takip Et