‘Endişeli üçlü’ Voltran’ı oluşturur mu?
Fotoğraf: Envato
ABD Başkanı Barack Obama’nın Riyad ziyareti Amerikan-Suudi ilişkilerinde sorunların devam ettiğine işaret etti. Daha önce bu köşede belirttiğim gibi Obama’nın izlediği Ortadoğu politikası bölgesel müttefiklerinden tepki çekiyor. İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye beraberce Obama’nın İran diplomasisine muhalefet ediyor. Endişeli üçlü bu muhalefetinde ortaklaşa hareket ettikçe birbirinden güç alıyor ve ABD’ye karşı elini güçlendirmeye çalışıyor. Ancak üçlünün ortak çıkarları olduğu gibi birbirinden farklı ve hatta zıt çıkarları da söz konusu. Bu çıkar farklılıkları endişeli üçlünün ABD’ye karşı sağlam bir birlik oluşturmasını engelliyor.
Örneğin, Suudi Arabistan’ın Amerikan politikasına ilişkin itirazlarının başında Tahrir protestoları esnasında Hüsnü Mübarek rejimine verdiği desteği çekmesi geliyor. Güçlü bir halk hareketi karşısında ABD’nin onlarca yıllık müttefikini terk etmesi Suudi Arabistan gibi bir mutlakıyetçi monarşiyi doğal olarak tedirgin etti ve Amerikan desteğinin kayıtsız şartsız sonsuza kadar sürmeyeceğini hatırlattı. Türkiye ise Mübarek’in düşüşünü en samimi müttefiki Müslüman Kardeşlerin iktidara gelme fırsatı olarak değerlendirdi ve kendini ABD’ye bölgedeki yeni rejimlere örnek olabilecek bir model olarak pazarladı. Suudi Arabistan Müslüman Kardeşleri deviren Sisi darbesini alkışlayıp finanse ederken Erdoğan Rabia işaretini seçim kampanyalarına taşıdı, her fırsatta darbeye sessiz kalan Batı’nın ikiyüzlülüğünü yüksek sesle dile getirdi ancak darbenin esas finansörü Suudi Arabistan’ı hiçbir zaman hedefe koymadı.
Ne var ki bu sessizlik çıkar çatışmalarının sona ermesi değil sadece idare edildiği anlamına geliyor. İran’ı bölgesel ölçekte dengelemek her üç rejim için de bir öncelik. Ancak bölgesel sorunlara ortak çözüm üretmek bir yana, bu sorunlarda nihayetinde her devletin kendi çıkarını azami derecede korumaya çalışacağına kuşku yok.
Bir düşünelim: Diyelim ki Suriye’de IŞİD’in temizlendiği bölgede bir Sünni bölgesi kuruldu. Bu durumda bu bölge Suudi Arabistan’ın mı, yoksa Türkiye’nin mi etki alanında olacak? Sünni bölgesi iş birliği kadar çatışma alanları da yaratmaz mı? Mesela bu bölgeyi kim yönetecek? Türkiye’nin Suriye’de hayalini kurduğu Müslüman Kardeşler iktidarı Suudi Arabistan için kabus değil mi? Ankara’nın yıllardır otel otel, toplantı toplantı örmeye çalıştığı Suriye muhalefetini sonunda Riyad bir araya getirmedi mi? Kuşkusuz Türkiye’nin jeopolitik konumundan kaynaklanan bir emlak değeri var ancak paranın musluğu Suudi Arabistan’ın elinde değil mi? Suudilerin atalarını idam eden Osmanlı’ya hayranlık veya özlem beslemediğini, Türkiye’deki Müslümanların büyük çoğunluğunu da Müslüman’dan bile saymayacağını göz önüne alırsak Erdoğan’ın bölgesel hırslarını desteklemeyecekleri açık değil mi? İslam dünyasının liderliğine soyunan bir Türkiye’yi Suudilerin hemen kibarca “aman üşütme” diyerek nasıl giydirdiklerini son İslam Ülkeleri Konferansında hep beraber gördük. Türkiye’nin örgüte katkılarından bahsettikten sonra tek tek her ülkeden verecekleri katkıyı ilan etmelerini talep eden Erdoğan’ın “pamuk eller cebe” hamlesinin önü Suudilerin “Bu işleri böyle halletmiyoruz” yollu had bildirmesiyle kesildi. Üstelik toplantı Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılmaktaydı. Sanırım sırf bu hadise bile Erdoğan-Salman ittifakının Türkiye’nin bölge liderliğini sağlamaya yetmeyeceğini, hatta Türkiye bu role niyetlendiğinde Suudilerin buna engel olacağını göstermeye yetiyor. Ancak dahası var.
Diyelim ki Suriye’de PYD’nin etkin olduğu Rojava bölgesi diplomatik olarak tanındı -ki son dönemde açılan temsilcilikler bu sürecin ilerlediğini gösteriyor- bu durumda İsrail ve Suudi Arabistan’ın Kürtlere karşı tavrı Türkiye’den farklılaşmaz mı? Siyasi sınırları dahilinde Kürt nüfus bulunmayan bu devletlerin reelpolitik açıdan Kürtlerle temas etmesi ve hatta uzlaşması için bir engel var mı? Bu bağlamda, bugün İsrail ve Suudi Arabistan’la yürütülen diplomasi yarın bu çelişkilerin önem kazandığı bir konjonktürde sürdürülebilir mi? Sürdürülemezse rejim konsolide edilebilir mi?
Üçlü arasındaki benzer çelişkileri Irak’ta, Lübnan’da, Ürdün’de de tespit etmek mümkün. Üçlünün ortak özelliği iktidardaki yönetici fraksiyonların devletler arasındaki bölgesel rekabeti kurmaya çalıştıkları otoriter rejimlerin bir aracı haline getirip, reelpolitika üzerinden devlet aygıtına tamamen el koymaya çalışmalarıdır. Güçlenen İran’a karşı “milli çıkarları” korumak adına girişilen kıyasıya güç mücadelesi böylece bu mücadelenin gereği olarak öne sürülen tek-adamlaşan bir idareyi meşrulaştırıyor. Ama bölgesel liderlik gibi bir hedef hiçbir devlet için erişebilir olmadığından bu meşrulaştırma çabasının başarısızlığa uğrayacağı gün gibi aşikar. Korkunun ecele faydası yok.
Sınırlı ortak çıkarlar ve her rejimin kendi can derdinde olması İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin ABD’yi etkileyebilecek etkin bir siyasi odak oluşturmasını engelliyor. Kısacası endişeli üçlüden bir Voltran çıkmaz. Zamanı gelince üçlünün her biri diğerini kendi çıkarı için gözünü kırpmadan harcayacaktır. Obama ve ABD bu bilginin verdiği rahatlık ve güvenlik içinde hareket ediyor.
- Türkiye-Suriye ilişkisi 18 Aralık 2024 04:58
- Ortadoğu’da yeni döneme girerken vaziyet 11 Aralık 2024 04:32
- Lindner’in komplosu ve Almanya’da seçimler 27 Kasım 2024 04:40
- Trump'ın zaferi: Enflasyon algısı ve 2008 sonrası aile şirketleri 13 Kasım 2024 04:08
- ABD’de seçimler ve yeni saflaşma 06 Kasım 2024 04:51
- Yeni Yeşil Düzen’in sergüzeşti 30 Ekim 2024 04:35
- Tırmandırarak gerilimi azaltmak 02 Ekim 2024 04:16
- AfD’li sınıf fraksiyonları ve aile/cinsiyet politikaları 11 Eylül 2024 05:03
- Saksonya ve Thüringen'de seçimler 04 Eylül 2024 04:30
- AfD'nin aile politikası 28 Ağustos 2024 04:15
- Thüringen'de nüfus, aile ve siyasi eklemlenme 21 Ağustos 2024 04:39
- Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru 14 Ağustos 2024 04:22