‘Dışarıdan’ Surönü Diyalogları
Fotoğraf: Envato
Oya Baydar’ın, ‘Surönü Diyalogları’ adlı yeni kitabının çıkacağını ilk duyduğumda, son 1 yıl içinde bölgenin çeşitli il ve ilçelerine defalarca gitmiş biri olarak, doğrusu biraz ‘acele baskı’ diye düşündüm. Çünkü henüz Sur’un son hali bile ortaya çıkmamıştı.
Şeyhmus Diken de, kitap yayınlanmadan hemen önce www.kulturservisi.com'da yayınlanan yazısında, kitaba dair, “Erken bir Sur yüzleşme kitabı” diyor ve şöyle de açıyordu: “Suriçi’nde, Cizre’de, Hakkâri’de, Nusaybin’de ağır savaş koşulları hâlâ sürüyor. Dolayısıyla üzerinde konuşulacak ve yazılacak zamanların gelmesine hâlâ epey vakit var. Barikatların gerisindekilerin edebi dili ne diyecek, henüz erken…Tozun, dumanın hele bir kalkması gerek.”
Diken, bunlarla birlikte Surönü Diyalogları’nın üzerinde çok konuşulmaya aday bir kitap olduğunu ifade ederek noktalıyordu yazısını.
Yazar, anlatısına Diyarbakır’a 31 Aralık 2015 tarihindeki gelişi ile başlıyor ve kar yağışı altındaki bu Sur gözlem ve diyaloglarından sonra Mart 2016’da Sur’a yeniden dönüşü ile devam ediyor.
Kitap bende daha çok, bir aydının Kürt sorununun bu ağır döneminde, bu sürecin simgesi haline gelmiş mekanları ile teması üzerinden düşüncelerini, iç konuşmalarını, tartışmalarını önümüze koyan, sosyolojik, siyasal sonuçlar çıkarmak bakımından veriler sunan bir metin duygusu uyandırdı. Türkiye’de Kürt sorununun ‘çözüm süreci’nin buzdolabına kaldırılmasıyla kentlerin, yaşam alanlarının yerle bir edildiği bu ağır dönemde, barışın imkanlarını arayan ve bu arayışı içinde sorulara, tartışmalara, eleştirilere de muhatap olan bir aydının, ruh hali dökümü de diyebiliriz.
Örneğin yazar kitapta şöyle diyor; “İyi ama ya hendekler? Ya hendeklerin, barikatların arkasındaki çocuklar, gençler? Onlar oyun oynamıyorlar; silahlılar, savaşıyorlar, ölüyorlar ama öldürüyorlar da.” Ve şu yanıtı alıyor: “İşte ama’ların başladığı kör noktadasın. ‘Ama hendekler’, dediğin anda hendeklere nasıl gelindiğini düşünmüyorsun. Bu ama’lar ayırıyor bizi, anla artık.”
Yazarın diyalog kurduğu kişinin konuşmaları kitapta italik olarak belirtilmiş ve o diyalog kurulan kişi aslında bir kolaj kahraman gibi duruyor. Bazı yerlerde bu kişinin yazar Nurcan Baysal olduğunu düşündüm, bazı yerlerde farklı bir kişilik olduğu hissine kapıldım.
Kitapta yazar, Kürt sorununun çözümsüzlüğünün büyük yükünün sorumluluğunu hisseden bir aydın olarak bölgeye gidiyor ve orada kurduğu ilişkinin dışarıdanlığı da dahil olmak üzere ortaya çıkardığı sonuçları yine onun diyalogları ile görüyoruz. Örneğin bir yerde “Kazanmak için ille de şiddet gerekmiyor, başka türlü de kazanılır” diyor ve şu karşılığı alıyor: “Güzel ama hayatta karşılığı olmayan naif bir düşünce.”
Bunun üzerine, “Hayatta karşılığı olan şiddetse, ölümse, yıkımsa; o zafer yerinde kalsın, ben almayayım” diyor. Karşısındaki de şöyle devam ediyor: “Çünkü sen barışçı kalabilme lüksüne sahipsin. Korunaklısın, evin kurşun yağmuru altında değil, mahallen abluka altında değil, onurun ayaklar altında değil. Haftalardır susuz, ışıksız, ısıtmasız hatta ekmeksiz kalmadın, yaşam damarların kesilmedi. Buralara gelip dayanışma gösterir, iki anneye sarılır, üç çocuğun başını okşar, vazifeni yapmış olmanın iç huzuruyla, gururuyla çekip gidersin. Onlar ise korunaksız, umarsız, yapayalnız. Öyle edebi anlamda falan değil, etlerinde, kemiklerinde duyuyorlar şiddetin acısını.”
Yazarın diyalog kurduğu kişi, hendeklerin arkasındakileri anlamaya daha yakın ancak, buna rağmen o da Şeyhmus Diken’in de ifade ettiği gibi insanda oradakilerin yoksulluğuna yabancı, dışarıdan bir ‘beyaz Kürt’hissini uyandırıyor. Bu arada onun da kitabın başlarında yazara “Siz kimsiniz? İnce zevkli, yontulmuş, seçkin beyaz Türkler mi?”dediğine tanık oluyoruz. Yazar da, ‘Beyaz Türk klişesinden nefret ediyorum’ karşılığını veriyor.
Bu diyalog, bir yönüyle yazarın nefret ettiği bir klişenin kendisine karşı dillendirilmesine de açık olması demek. Ama tüm bunlarla birlikte bu diyalogların nihayetinde yazarın, kendi sözünü söylemek üzere elverdiği ve sınırlarını belirlediği bir çerçevede geliştiğini gözardı edemeyiz. Dolayısıyla bu diyalogların hiçbirisi diyaloğun kurucu kahramanını yerden yere vuramaz.
Yazarın böyle bir dönemde Diyarbakır’a, Cizre’ye gitmesinin, bölgedeki Kürtler tarafından sempatiyle karşılandığını görüyoruz. Ama bununla aynı derecede, ‘ortama yabancı’, oradaki isyanın, tepkinin ve bazen de intikam duygusunun gerekçelerini anlamaya uzak bir ‘barışçı teyze’ gibi algılandığının göstergelerini de yine kitap bize veriyor.
Yazar kitabında ‘Aslolan hayattır’ sözünü en başa koyuyor ve tüm ölümlere karşı olan insani bir duyarlılık üzerinden kendisini konumlandırıyor. Hendeğin de aslında bir sonuç olduğu gerçeğine ise mesafeli duruyor.
‘Surönü Diyalogları’, kelimenin gerçek anlamıyla bir Sur kitabından ziyade, barış isteyen bir aydının Sur’un yarasına dokunurken, daha çok Sur metaforu etrafında, onunla ‘dışarıdan’ kurduğu bağ içinde sürece dair tartışmalarını içeriyor. Yani Sur burada daha çok yazarın tarihin bu anında barışa dair sözünü söylemesinin bir aracı gibi.
Peki kendisine Cumhuriyet tarihinin en büyük acılarından biri yaşatılan Cizre’nin, Sur’un, Nusaybin’in, İdil’in kendi sözü nedir? Bunun edebiyattaki sözü kuşkusuz çok sarsıcı olacaktır.
- Kürt meselesinde bir ihtimal daha olmalı 13 Aralık 2024 04:57
- Sınırımızdaki yeni Afganistan ve kaostan rant devşirmek 09 Aralık 2024 07:00
- Geniş atılan ağda çıkışı aramak... 02 Aralık 2024 06:55
- Türkiye zor bir değişimin ağır sancılarını yaşıyor 25 Kasım 2024 06:35
- Ebedi barış mümkün mü? 18 Kasım 2024 04:23
- İki güncel rapor eşliğinde Kürt meselesini tartışmaya devam 11 Kasım 2024 04:47
- 'Çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar' 06 Kasım 2024 05:33
- Bir siyaset olarak 'terörle mücadele' 04 Kasım 2024 07:07
- Erdoğan’ın Mevlana vurgusunun hikmeti ne olabilir? 31 Ekim 2024 08:07
- Mayınlı bir süreç 28 Ekim 2024 05:10
- Yenidoğan çetesi: Çürümenin ekonomi politiği 21 Ekim 2024 05:00
- Barışa kapı açmak mı, süreci yönetmek mi? 14 Ekim 2024 05:00