29 Haziran 2016 00:51

İtalya, İzlanda, Galler

İtalya, İzlanda, Galler

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Euro 2016 başlarken belli endişelerimiz vardı: 24 takımlı sistem, en iyi dört 3.’nün gruptan çıkacak olması, Leicester City ve Atletico Madrid’in başarılı sezonlarının takımlara etkisi vs. Tüm bunlar, savunma tedbirlerinin ön planda olduğu, golsüz, kısır bir turnuva izleyeceğimizin işaretleri olabilirdi.

Grup maçları bu endişeleri doğruladı ancak problem daha derindeydi. Ortada kağıt üstünde “zayıf” futbol ülkelerinin üzerine atılıp rahatlanacak bir savunma futbolu üstünlüğü sorunu yoktu. Evet, savunma takımları işlerini iyi yapıyordu ama problem “büyük”lerdeydi. Gol atamayan, rakip savunmaları açamayan, yaratıcı ve bitirici oyuncu sıkıntısı çekenler onlardı.

Milli takımların organizasyon becerisi ve saha içi uyumunun kulüp takımlarınınki kadar yüksek olması beklenemez. Dolayısıyla bu turnuvada savunma futbolunu güçlü hücum planlarıyla destekleyen Leicester City ve Atletico Madrid gibi takımlar görmemiz düşük ihtimaldi. Arnavutluk, İrlanda, Kuzey İrlanda, İsveç gibi takımlarla yetinmemiz olasıydı.

Ancak İtalya, İzlanda ve Galler farklı özellikleriyle bu tabloyu değiştirdi. Turnuvanın en iyi teknik direktörü Antonio Conte’nin 3’lü savunması, orta saha ve hücumdaki kalite eksikliğiyle Juventus’taki ilk dönemlerinde yaptığı gibi baş ediyor. İspanya karşısında, 8 yıldır beklenen meşhur “intikam”ını savunmasıyla değil hücumuyla alan Gökmavililer, ön alanda güçlü presi ve orta sahada kaptığı topları hızla -topu tutması, orta saha oyuncularını hücuma katması isteniyorsa- Pelle, -direkt kaleye gitmesi isteniyorsa- Eder, ya da fazlasıyla ileride oynayan koşucu kanatlarına bırakarak rakibine üstünlük sağlıyor. Bugüne kadar sadece rotasyon yaptıkları İrlanda maçında gol yediler. Karşılaştıkları 4’lü sistemlerin yaratması muhtemel problemleri (üçlü forvet ve hücumcu beklerin 3-5-2’leri ne kadar zorladığını biliyoruz) ön alan baskısıyla aştılar.

Almanya karşısına yüksek bir moral ve bugüne kadar Dünya ve Avrupa Kupaları’nda hep kritik maçlardan (1970, 1982, 2006, 2012) muzaffer ayrılmanın özgüveniyle geliyorlar. Bu kez icat yapması gereken İtalya değil. Onlar, Almanya tipi futbol oynayan takımları nasıl yenebileceklerini gösterdiler. Bu yüzden gözler Löw’de olacak.

İtalya’nın dışında İzlanda ve Galler, bir kulüp takımına en fazla benzeyen takımlar. İzlanda’nın her pozisyonda fizik olarak güçlü oyuncuları, müthiş bir taktik disiplinle, -sahada taktiksel çeşitlilik gösteremese de- rakip hücumlarının olabildiğince kalabalık bölgelere sıkışmasını sağlıyor. 4-4-2’nin hücum hattı, rakibin geriden oyun kurabilme becerisine saldırırken, Lagerback, taç atışlarını dahi tehlikeli bir hücum silahına dönüştürmeyi başararak takımın sıkıntı yaşaması beklenen gol noktalarındaki handikabı atlatmış durumda. Elbette, bir takımın turnuvada taçtan 3 gol bulması kolay iş değil, bir başka deyişle Fransa karşısında bunu yapmaları daha zor olacak. Ancak Fransa’nın topla haşır neşir olmayı sevmeyen stoper ikilisine yapılacak baskı, İzlanda’nın şansı için belirleyici önemde olacak.

Galler ise tamamiyle takıma adanmış süperstarı Gareth Bale ile hücumda yıldız oyuncuların sürüklediği; savunmada, mücadelenin ve taktik disiplinin üst düzeyde olduğu NBA takımlarına benziyor(2007 Cleveland!). Turnuvanın 3’lü oynayan bir başka takımı olarak, Belçika karşısında İtalya’dan alacakları tüm tavsiyelere ihtiyaçları olacak. Gol yemedikleri müddetçe, sabırsız Belçikalıları Allen, Ramsey ve Bale ile şaşkına uğratmaları ihtimali artacak. Bu senaryo Chris Coleman’ın ağzını sulandırıyor olmalı.

Başladığımız yere dönelim. Kimse bu turnuvadaki sorunu savunma futbolunda bulmasın. Savunmacılar üzerlerine düşeni yaptılar. Hücumcuların neler yapacağı, yarı finalistlerin adını ve turnuvanın hikayesini belirleyecek.

Not: Polonya, turnuvada en sevdiğim takımlardan.  Ancak onların hikayesi başka bir yazıya.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa