06 Temmuz 2016 00:52

Avrupa Parlamentosunda Seyfo anması

Avrupa Parlamentosunda Seyfo anması

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Brüksel. Artık Avrupa Parlamentosunda bir Asuri-Keldani-Süryani Dostluk Grubu var. Merkezi Brüksel’de bulunan Avrupa Süryani Birliğinin (ESU) çalışmaları sayesinde. Grup içinde Hıristiyan Demokratlardan, Sosyal Demokratlara, yeşillerden muhafazakarlara,  sosyalistlerden liberallere farklı siyasal eğilimlerden parlamenterler yer almakta. 

29 Haziran’da bütün bu parti gruplarının desteği ile Avrupa Parlamentosunda, Seyfo’nun yani Soykırımın 101. yılı vesilesiyle bir panel düzenlendi. Panelde, Sabro Dergisi Editörü Tuma Çelik ve Ermenistan Süryani Toplumu Sözcüsü Arsen Mikhaylov ile birlikte sunum yaptık.

Salonun dolu oluşundan dolayı sunum yapan Avrupalı parlamenterler hoşnuttu.

Toplantının en duygulu anlarından biri, Süryani toprağı Beth Nahrin’in Seyfo kurbanı, 100 küsur farklı yerleşim birimlerinin adlarının Tawsef Beth Turo tarafından okunması ve bu esnada salonda o yörelerden insanların ellerinde o yörenin adı ve resminin yer aldığı bir kart ile ayağa kalkmaları idi.

1915-23 Soykırımı Ermeniler tarafından Medz Yegern (Büyük Felaket) olarak da adlandırılıp 24 Nisan’da anma yapılırken, Yunanlılar bunu Küçük Asya Katastrofu ya da sadece Katastrof (felaket) olarak da adlandırıyorlar, Pontoslular anmalarını 19 Mayıs’ta yapıyor. Süryani/Keldani/Asuriler ise, onu Seyfo/Kılıç, Kılıçtan Geçirilme diye adlandırıyor ve anmalarını zorunlu göçün başlatıldığı 15 Haziran’da yapıyorlar. 

Seyfo, Süryani/Keldani/Asuriler’in 1000 yılı aşkın süredir yaşadıkları korkunç toplumsal hafızaya da işaret ediyor.

Süryani/Keldani/Asuri toplumuna yönelik kıyım ve göçe zorlama ve geri dönüşü önleme uygulamalarının başlangıcı aslında, Ermeniler gibi 1914’ten çok öncesine 1877 Osmanlı-Rus savaşına kadar gidiyor. Bir de ondan önce yaşanan Hakkari yöresindeki Bedirxan’ın Nasturi kırımı var.

Kerem Soylu‘nun 2010’da yayınlanan, Osmanlı arşivinden derlediği “Mesail-i Mühimme-i Kürdistan” belgelerinde, Abdülhamit döneminde, Musul yöresinden ayrılmak zorunda kalan Keldani/Asurilerin geri dönüşünün engellenmesine yönelik belgeler var. Aynı sorun Ermeniler açısından ise, Doğu Anadolu için can yakıcı bir özellik taşıyordu.

Sonuç olarak 1877 Harbi’nden sonra Osmanlı’nın, Batı Ermenistan, Beth Narin gibi yörelerdeki Hıristiyan nüfusu azaltma politikasını, muhtemel bir ayrılmayı önlemek için sürekli kıldığı söylenebilir.

Dolayısıyla, sadece 1915’te değil, her kritik dönemde Süryanilerin Ermeni ya da Rumlarla aynı kaderi paylaşması şaşırtıcı değil. 1955 İstanbul Pogromu, 1964 Rum Tehciri, 1974 Kıbrıs Savaşı gibi tarihler, ya da 1980 darbesi gibi dönüm noktaları Süryaniler açısından diğer Hristiyan toplumlarla aynı kaderi paylaşmak anlamına geliyordu.

Irak ve Suriye Savaşları ise, soykırım anlamına gelen Cihatizmin yükselişi 1915’te başlayan sürece son noktanın tamamlanması ve Hristiyanlığın dünya tarihine ayak bastığı coğrafyadan kazınması anlamına geliyor.

Ortadoğu coğrafyasının şu ya da bu biçimde yeniden belirlendiği bir dönemde, Yezidilerden Süryanilere ve diğer gruplara yaşamlarını güven, barış içinde sürdürebilecekleri otonom yapıların oluşması ve bunların uluslararası toplumun güvence ve koruması altına girmesi vazgeçilmez bir gereklilik. Talat Paşa, ABD büyükelçisi Morgenthau’ya, “Abdülhamit’in yarım bıraktığını ben tamamladım” diye öğünmüştü. Şimdi de, “1915’te yarım kalanı ben tamamladım” diye övünebilir birileri. Bunun en sembolik örneği ise, Diyarbakır’daki Ermeni/Süryani/Keldani kiliselerine kapanmak ve savaştan zarar görmenin de ötesinde, bu yıl özel bir kararname ile el konulması…

Çok kere yazdığım gibi, soykırım inkarı, T.C.nin bir milli güvenlik konusu. Dolayısıyla, devlet, yani her hükümet açısından, soykırım kavramı ve araştırmaları, mücadele edilmesi gereken bir tehdit…

Asıl öne çıkan Ermeni jenosidinin inkarı olmakla birlikte -haklarını yemeyelim, bu konuda “ayrımcılık” yapılmıyor. İnkarı koordine eden en üst MGK komitesi, “Ermeni iddiaları” demiyor, “soykırım iddiaları” diyor. 2000’de Devlet Bahçeli’nin başkanlığında kurulan “gizlilik” kategorisinde faaliyet gösteren üst kurulun adı ise: ASİMKK, yani Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu.

Yine, Milli Güvenlik Belgesi’ne göre, misyonerlik de mücadele edilmesi gereken bir tehdit. Ancak misyonerlik kavramını da Hristiyanlık olarak okumak lazım… Lozan Barış Anlaşması’nda sözde güvence altına alınan, Rum ve Ermeni Kiliselerinin ve Yahudi Sinagoglarının cemaatleri, bu nedenle 90 yıl içinde eridi gitti. Süryanilerin ve Protestan Kilisesinin ise, zaten bir statüsü bile yoktu. 

Türkiye kağıt üstünde “laik” bir ülke, ama Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp’in İslam-Türk tarifi her zaman geçerli oldu. Bu politika AKP döneminde değil, çok önce başladı ve 28 Şubat’ta mutlaklaştı. Ve aslında AKP’yi bile bu temel siyasetin ürünü olarak görmek lazım. Türkiye hiçbir zaman lâik bir ülke olmadığı gibi, Aleviler ve Müslüman olmayanlar devletin resmi “Misyonerlik” politikasının nesnesi oldu.

Bu nedenle, Türkiye’nin inanç düzeyinde gerçekten demokratik hatta oturması için yapması gereken önemli güven yaratıcı temel adımlardan biri, MG Belgesinden, Misyonerliğin, dolayısıyla Hıristiyanlığın “tehdit” olduğu ifadesinin çıkarılması olacak ise ikincisi de ASİMKK’nin resmen tasfiye edildiğinin açıklanması olacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa