Ne oldu, hangi tehditle yüz yüzeyiz?
15 Temmuz bir “Demokrasi Bayramı” ve “Şöleni” midir? Türkiye 15 Temmuz öncesi demokratik bir ülke miydi? Ya da darbeye karşı sokağa dökülenlerin ordunun bir bölümü ve özel harekat birlikleri başta olmak üzere polis ve MİT kuvvetleriyle birlikte gerçekleştirdikleri karşı-savaş sonucu, ülke ve siyasal sistemi demokratikleşme yoluna mı girmiştir?
Yanıt, her üç soru açısından da olumsuzdur! Kitleler, demokrasi ve darbe konuları da içinde olmak üzere, hakim sınıf ve siyasal-askeri fraksiyonlarınca sürdürülen manipülasyonun yeni-etkili bir silahıyla karşı karşıyadırlar. Kara propaganda iktidar terörünü örtmekte; diktatörlük cephesinin iç savaşının asıl mağdurunun halk kitleleri; işçi ve emekçiler, kamu çalışanları, gençlik ve emekçi kadın kitleleri, Kürtler ve Aleviler olduğu gerçeğini karartmaktadır. Bu karartmayla birlikte geniş halk yığınları, T. Erdoğan komutasındaki militarist-sivil kuvvetlerle iktidar savaşında eğitimli özel milis güçlerinin, “Hain ve işgalci” olarak nitelenen ordu bölümü arasındaki darbe-karşı darbe savaşının tarafı yapılmışlardır.
Bu durumda, demokrasi mücadelesi ve ona karşı manipülatif karartma eşliğinde sürdürülen gerici saldırı savaşı arasındaki uçurumu görmenin önemi büyümektedir. Uygulamada olan ve sertleştirileceği dünden açıklık kazanan işçi ve emekçilere karşı “Savaş politikası”dır. Kürt kentlerinin tank-top atışlarıyla yerle bir edilip binlerce insanın katledildiği ve yüz binlercesinin göç yollarına düşürüldüğü; iktidarın uygulamalarını eleştirenlerin zindanlara tıkıldığı; gazete ve televizyonların “Reis”in emrine alındığı ve “Tek millet, tek dil” dayatmasının bayrak edinildiği bir “rejim”in, ya da yönetimin demokrasi uygulamadığı, demokrasiyi savunmadığı ve korumak için savaşmadığı, tartışma götürmezdir.
Erdoğan diktatörlüğünün savaşçısı olmanın demokrasi savunusuyla ilişkisi ancak karşıtlık şeklinde kurulabilir. Erdoğan’ın ve Başbakan ve Bakanları dahil yönetimi elinde tutan “sivil kuvvetler”le, kalkışmaya katılmayıp ona karşı savaşan askeri ve polisiye güçler, şimdi “silahlı kalkışma”ya giriştikleri için “hain alçaklar” olarak ilan edip yok etmeye giriştikleri kesimlerle daha düne dek bir arada, halka karşı cephedeydiler.
Bu bakımdan darbecilerle darbecilere karşı militarist-sivil birliğinden hiçbiri demokrasi savunusu yapmamıştır, yapmamaktadır.
Türkiye askeri darbelerin çokça yaşandığı ülkelerden biridir ve “Devlet kuran ordu” yüzyıla yaklaşacak bir zamandır ülke yönetiminin her daim en baskın kurumlarından biri olagelmiştir. Türk ordusu politikanın içinde olmakla kalmamış, politikayı çekip-çevirme geleneğine de sahip olmuştur. Demokratik bir devlet yönetiminin halkın mücadelesiyle bağlı olarak kurulamamış ve yerleşememiş olması, ona hareket alanı açmıştır. Bir diğer etken, “sivil hükümetler”in hemen her dönemde, çıkarları için ve kendilerini güçlü kılmak üzere ordu ile kurdukları “birlik” politikası ve tanıdıkları özel militarist ayrıcalıklardır. “Demokratik rejimi savunma” ikiyüzlülüğüyle kitleleri yedekleme çabasındaki burjuva sözde sivil yönetimler, esas düşman olarak gördükleri halk kesimlerine karşı silahlı kuvvetleri yanlarına almaya özel önem vermişler, bu da “asker”in “huzur ve nizam sağlamak” gerekçeli darbelerine zemin hazırlamıştır. Bundandır ki,”Bizde artık darbe olmaz, darbeler dönemi sona erdi!” çığırtkanlığının hiçbir dayanağı yoktur.
Gerçek odur ki, Türkiye, darbeci kalkışmayla birlikte ve onun ardı sıra başlatılan sürek avıyla yeni ve daha büyük çatışmaların; yeni darbe girişimlerinin; geniş tasfiyelerin; baskı ve zorbalığın zincirlerinden boşanarak sokakları teslim almaya yönelmesinin alanı haline gelmiştir.
Ülkeyi bu duruma getiren işbaşındaki sözde sivil yönetimdir: “İç savaş çıkarsa çıksın, ezer geçeriz!” diyen T. Erdoğan yönetiminin izlediği savaşçı, saldırgan ve yayılmacı politika, ülkeyi içerde ve dışarıda çatışmalara, katliamlara varan saldırılara uygun ve açık hale getirmiştir. IŞİD-Nusra çeteleriyle iş birliği içinde demokratik muhalif kesimlerin kitlesel katledilmesi dahil bu saldırganlık ve yayılmacılık komşu ülkeler halklarının birbirlerine kırdırılmasına dek genişletilmiş; ordu ve polis gücü bunun için kullanılmış; MİT ve Saray’a bağlı özel kuvvetler aracılığıyla provokasyonlar düzenlenmiş; Kürtler, Aleviler, hakları için mücadele eden işçi ve emekçiler; laiklikten yana burjuva kesimler ihanetle suçlanarak susturulmaya ve ezilmeye çalışılmıştır. Kürt savaşı özel olarak tırmandırılarak kentler yakılıp yıkılmış, binlerce insan katledilerek yüz binlercesi göç yollarına düşürülmüş; hiçbir zaman olmadık ölçüde asker ve polisin de öldüğü bu savaş, ülkenin tüm ilerici, işçi ve emekçilerinin zorbalıkla teslim alınması için kullanılmış; yanı sıra ülke kaynakları yağmalanarak yönetici kast arasında pay edilmiş ve rantın dağıtımıyla yandaş bir kitle aynı doğrultuda savaşır duruma getirilmiştir.
15 Temmuz darbesi bütün bunların yol açtığı bir girdapta, hakim sınıf klikleri arası çelişkilerle de bağlı olarak, ve erken kışkırtıldığı yönünde çeşitli verilerin de gösterdiği üzere, baş göstermiştir.
Türk ordusu bölünmüş; bir bölümüne karşı diğer bölümünün Erdoğan yönetiminde ve polis gücüyle birlikte savaştığı bir duruma gelmiştir. Erdoğan yönetimi, durumu fırsata çevirmiş; bizzat “Reis”in çağrısıyla hükümet polisi-asker ve kitlelerin bir bölümü karşı ayaklanmaya çekilmiş; aralarında her türden terörist İslamcı fanatik örgütün (IŞİD, Nusra, El Kaide, Hizbullah, Hüda Par vb. gibi) de bulunduğu karşı-ayaklanmacılar sokaklarda “Tekbir!” nidaları eşliğinde linç eylemlerine girişmiş ve “demokrasi için”(!) asker kafası kesme dahil işkence ve baskınları yaygınlaştırmışlar; eğitildikleri ve savaş için hazırlandıkları görülen AKP-MHP-BBP militanlarının özel harekat polis birlikleriyle birlikte ilan ettikleri “Yeni Türkiye” politikasının karakterini ilan etmişlerdir.
“Demokrasi” adına şimdi ülke sathında yaşanan hakim verili durum budur! 15 Temmuz’u “demokrasi şöleni” ilan eden Erdoğan cephesinin çağrılarıyla sokağa çıkanların küçük bir bölümünün militarizme ve askeri faşist darbelere duydukları öfkeyle hareket ettikleri doğrudur. Ancak, sokakları ve devlet kurumlarını özel polis birlikleri ve MİT elemanlarının yönetiminde ve “Reis” unvanlı Erdoğan’ın direniş çağrısı ve Diyanet İşleri’nin fetva niteliğindeki “Cihad”açıklamalarıyla birlikte işgal edenlerin büyük çoğunluğunun, seferber edilmiş şoven milliyetçiliğin ve ucu şeriatçılığa açık dini bezirganlığın ülkeye hakim olma politikasından beslendikleri de gizli ya da görülemez değildir.
Meclisteki nutukların ırkçı karakteri, “Tekbir!” sesleri eşliğinde asker kafası uçurmalar, linç girişimleri, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Cihad!” çağrılarıyla birleşen Nusra-El Kaide çetelerinin, “Hainlere ve laik piçler”e karşı savaş çığlıkları delildir. Bu somut durum, hak ve özgürlükler için her türden darbeye ve darbeci politikalara karşı çıkan, ya da bu yönde duygular besleyen geniş halk kesimleri ile, darbeye duyulan öfkeyi ardına alan iktidar propagandasının ajitasyonu ve manipülasyonuyla iktidar sopası rolünü üstlenenler arasındaki farkın karartılmasına karşı durulması gerektiğini gösterir.
Bir darbeler ve karşı darbeler dönemindeyiz ve yeni darbelerin olmayacağını kimse garanti edemeyeceği gibi, yürütülen bu iki yüzlü demokrasi söyleminin de, hakları ve özgürlükleri için mücadele eden kesimler için en küçük bir karşılığı yoktur. Aksine, ülke ilan edilmemiş bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim uygulaması altındadır ve fiili olanın resmileştirilmesi zor görünmemektedir. AKP valileri, sıkıyönetim komutanları konumuna getirilmiş, ‘Çoş’ valinin yaptığı gibi makineli tüfeklerle iktidar icrasına başlamışlardır. Sokaklardaki linç grupları ve bizzat iktidarın kendi adamları “İdam, İdam!” diye bağırmakta; Yıldırım ve Erdoğan bu istemi “gereği yapılacak!” diye yanıtlamaktadır. Gözaltına alınan ve tutuklananların ağır işkenceden geçirildikleri alenidir. “Vur emri” çıkarılmış; iktidar yanlılarının silahlandırılması için girişimler başlatılmıştır.
Ülkenin durumu budur ve bu durumda, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için baskı ve zorbalığın püskürtülmesinin şart olduğunu bilen, düşünen ve bunun için çaba göstermeyi gereksinen herkesin, herkesimin, her siyasal parti, örgüt, sendika, dernek ve kişinin, lafzın sınırlarına hapsolmaksızın bir “savaş karşıtı barış” ve iktidarın vahşi saldırılarına karşı özgürlük cephesinde birleşmesi gerekmektedir.
Yıllardır ve aylardır işaret ettiğimiz ve halk yığınlarının yararına tek yol olarak gördüğümüz bu tutum, tartışma götürmez biçimde bugün çok daha acildir. Bu başarılamazsa eğer, karşı darbenin darbeleri altında darmadağın olmak zor olmayacaktır.
Evrensel'i Takip Et