29 Temmuz 2016 00:08

Biliyoruz, tanışmıştık

Biliyoruz, tanışmıştık

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Adam bilmediği bir yerde uyanır. Kim olduğunu hatırlayamaz. Ama peşinde birileri vardır. Kovalamaca sırasında aksiyon sahneleri için pek yetenekli olduğu ortaya çıkar. Bir yandan kim olduğuna dair bir şeyler öğrenir, bir yandan kötülerden kaçar, bir yandan kötülükleri engeller. CIA’nın gizli operasyonlarda kullanmak için yetiştirdiği bir ajandır Jason Bourne ve hukuksuz karanlık işler çevirmelerine itiraz eder. Masum insanlar ölmesin diye, kendisini öldürmeye çalışanları öldürür. 2002’de bizde Geçmişi Olmayan Adam adıyla gösterilen filmle başlayan Bourne serisi bunun üstüne kurulu. Beşinci film, ne yenilik ne sürpriz içeren basit konusu, bol aksiyonuyla, eski filmlerin zayıf bir benzeri. O kadar ki, Geçmişi Olmayan Adam’dan, geçmişi geleceği çok belli olan adama dönmüş.

Bourne Avrupa’nın kuytu köşelerinde çıplak elle dövüşerek hayatını kazanırken, ilk filmden beri onun kaçışına yardım eden Nicky Parsons, İzlanda’da CIA’nın bilgisayarlarına sızıp birtakım bilgilere ulaşır. Bunları Bourne’a ulaştırmak için Atina’ya randevu verir. Eylemin tam ortasında, çatışmanın içinde Bourne CIA’nın yeni bir gizli program hazırladığını öğrenir. Kahramanın aklı ise, babasının öldürülmesine takılıdır. CIA’nın katili peşinde, Atina’nın molotofkokteyllerinden Berlin’in grafitilerine, hakikate ulaşma yolculuğuna çıkar. Yani, babasının katilini sorar. CIA bu kez, sosyal medyayı kullanarak vatandaşların gizli bilgilerini çalmaya niyetlenmektedir. Bourne bunu da engellemeye kalkar. CIA’dan birileri ona yardım eder, nedeni sorgulanmaz. Silahlar patlar, bir sürü insan ölür, programdan vazgeçilir. Kovalamaca şimdilik biter ve film devam etmeye müsait bir yerde veda eder.
Kovalamaca sahneleri ne kadar ilgi uyandırıp takip ettiriyorsa, kötünün iyinin pek belli olduğu hikaye ondan daha fazla bezdiriyor. Filmlerin karmakarışıklıkta gerçeğe, hele bizim bugün yaşadığımıza yetişmesini bekleyemeyiz elbette: o kadar beklenmediklik, gerçeğe özgüdür.

Ama sinemada da bundan iyi işlenmişini gördük. Aksiyon filmlerinde göz yoracak kadar bitmeyen hareketlilik ve hiç kafa yormayacak kadar basit senaryo, yeni moda oldu, son Yıldız Savaşları, Batman Süpermen’e Karşı gibi patırtılı filmlerden beri. 2000’li yıllarda aksiyon sinemasına egemen olan felsefi sorgulamalar, “Ben aslında kimim”ler, “Ne yapıyorum”lar kalmadı artık. Aksiyonda kafa, düşünmeye değil bir yerlere vurmaya yarar oldu. Kara Şövalye serisi ile, bu bahsi geçen filmde görünen Ben Affleck’le çekilecek Batman üçlemesi arasında bu karşılaştırma daha kolay yapılacak.

Bourne’un konusu da bu arada bu kadar kaldı: Bourne neden kaçar? Çünkü kovalanır. Neden kovalanır? Çünkü kaçar.
Bu başından beri pek bir şey olmayan, kendi kendiyle ilgili bir aksiyon serisiydi. İlk filmin yarattığı merak dikkate değerdi. Yönetmen Paul Greengrass’ın elinden çıkan ikinci ve üçüncü filmler aksiyona, devletin karanlık işlerini kurcalayan, bir politik derinlik kattı. Ardından bir Bourne’suz Bourne filmi çekildi, biraz alakasız oldu. Fakat ondan sonra Senarist Gilroy sahneden çekildi, tam da yönetmenliğe Greengrass ve başrole Matt Damon döndüğünde. Beşincinin adına bile bir espri bulamamışlar. Ya da seyirci onu tanısa ve daha iyi maceralarını hatırlasa da, hiç tanışmamış gibi yapıyorlar: Jason Bourne. Biliyoruz, tanışmıştık.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa