2 Ağustos 2016

Özel görevli bölümleri vardır yargı mekanizmasının çok acımasızdırlar. Ve çok şefkatlidirler kimilerine karşı. Soğuk Savaş’ın Mccarthyci, solun her türüne karşı alarm işlevi gören oluşumlarının günümüze kadar devam etmiş kalıntılarıdır.
Adeta kan davası güderler sola karşı. Ama toplu kıyım yapan sağcılara karşı çok hoşgörülüdürler.
Yargıtay Hrant Dink davası hakkında mahkumiyet kararı verirken,  mahkumiyette ısrar eden üyelerden biri, “Aramızda bile, Dink’in beraatini isteyen hainler var” diyecekti.
Belge’nin en yetkin çevirmenlerinden biri olan Suzan Zengin, IHD’de de çalışma yürütmüş bir arkadaşımızdı. Sol dünya görüşlüydü. Kartal’daki basın ofisinden alınarak, hukuk dışı bir davranışla iki küsur yıl hapis tutuldu. Kalbinden rahatsızdı. Tahliye edildiğinde artık çok geçti. Hemen yatırıldığı hastanede geçirdiği kalp ameliyatından sonra komaya girdi.
Füsun Erdoğan, Özgür Radyonun yayın yönetmeni idi. Radyo kapanmasın diye, kullanılan söylemlerin gerekçe olmaması için son derece dikkatli idi. Ama bir işe yaramadı.
Hunharca 8 yıl hapis tutuldu. Bu hunharlık için sol dünya görüşüne sahip olması yeterli idi.
Çevirmen, Araştırmacı Yazar Akif Ahmet Mücek, Rengahenk Sanat ve Kültür Merkezinde harika işler yaparken, Yargıtayın bu kan davacı dairesi nedeniyle, her şeyi terk edip mülteci olmak zorunda kaldı. Okuyun bu darbeyi anlamak için onun yıllar önce yazdığı “Askeri Darbeler” kitabını. Ya da İHD İstanbul Şubesi yöneticilerinden, Gerry Adams’ın “Falls Anıları” ve “Kanlı Pazar” kitaplarının çevirmeni Avukat Fazıl Ahmet Tamer. Bunlar aklıma gelen kimi ilk örnekler Yargıtayın Dokuzuncu Dairesinin sola yönelik acımasız kararlarından.
Şimdi onların da hukuka ihtiyacı var.
Bahçelievlerdeki TİP’li gençlere yönelik katliamın failleri, bir süre sonra elleri kollarını sallayıp gezinip, orada burada dayılanıp, kahraman pozlarına girerken, Maraş Kıyımı’nın kimi zanlıları mebus bile olurken, Sivas Katliamı’nın kimi failleri “mülteci” olarak Avrupa’da huzurlu bir hayat sürdürürken, kazara yakalanan katillerle, kimi polisler bayraklı selfiler çekinirken, sol görüşlü insanların 18- 20 yıl önce açılmış, tahliye oldukları davalardan, Yargıtayın malum daireleri çatır çatır müebbet hapis cezaları alabiliyorlardı.
Yasal bir partinin çalışanları, Parti okulunda siyaset bilimi dersi aldıkları ve kimi akademisyenler ders verdikleri için çatır çatır yıllarca hapis yatırılabildiler KCK davalarından.
AKP’nin parti okulu olabilir, ama HDP’nin olamazdı.
Şimdi KCK operasyonlarını yöneten, “Kontrolü almamıza az kaldı” diye böbürlenen polis şeflerinin kimileri, yukarıdaki hukuk dışı yargının uygulayıcısı olan kimi savcı ve hakimler tutuklu.
Şimdi, hukuk onlar için de gerekli oldu. Belki Uluslararası Ambudsmanlar Birliğinin hazırladığı, Cihan Deniz’in çevirdiği “Türkiye Cumhuriyetinde Hakim ve Savcıların Bağımsızlığı” adlı raporu okumaya vakitleri olur cezaevinde.
Bu Türkiye adaletinin eski hastalığı, akut hastalık artık kangrene dönüşmüş ve sistem bütünü ile tamamen çökmüş vaziyette.
Polisin polisi, savcı ve hakimin savcı ve hakimi tutuklaması artık tuzun da kokuştuğunun bir kanıtı.
 Ama yargı mekanizmasının, polis mekanizmasının davranışlarında bir değişiklik var mı?
Ne yazık ki yok.
İlgili ilgisiz herkesi bir torbaya doldurma geleneği 12 Mart’tan buna yana devam ediyor.
Aydınlar ve akademisyenler her zaman ilk “hedef” oluyor.

12 Mart’ın “Balyoz” harekatında, Yaşar Kemal’inden İdris Küçükömer’ine, Mete Tunçay’ından, Baskın Oran’ına, Vedat Günyol’undan Azra Erhat’ına, Çetin Özek’inden Sebahattin Eyüboğlu’na gözaltına alınmayan aydın kalmamıştı.
12 Eylül darbesinin kurbanlık koyunu ise Barış Derneği davası olacaktı.
2007 yılının Hrant Dink, misyoner, rahip cinayetleri, “kaos” yaratma planının bir parçası idi. Ama sözde  “darbe planlarına” karşı düzenlenen Ergenekon operasyonları, aynı Susurluk olayı gibi, olayın kaynağı olan soğuk savaş yapılanmalarını açığa çıkarmak yerine, Yargının ve polisin içindeki bir çeşit ideolojik hesaplaşmaya dönüştü.
O dönem 80 yaşındaki İlhan Selçuk’u, Türkan Saylan’ı darbeci ilan edip tutuklamanın “ideoloji” dışında bir gerekçesi yoktu. Ve intikam hissiyatı!
2016’nın İlhan Selçuk’u, Türkan Saylan’ı ise, Hilmi Yavuz ve Nazlı Ilıcak’tır.
2016’nın Yalçın Küçük’ü ise Ali Bulaç!
İnsan hakları savunucusu, en baskı altındaki inanç gruplarından biri olan Türk Protestan Kilisesinin Avukatı, Orhan Kemal Cengiz’in gözaltına alınması dayanılmaz bir hafiflikti.
Kadim Diyarbakır, Lice, Midyat, Şırnak, Yüksekova, Hakkari’yi bombalayan yerle bir eden ekipler, bir gün gelip TBMM’yi bombaladı.
De Gaule’ü devirmeye ve öldürmeye çalışan OAS gibi. Onlar da Cezayir Savaşı’nın acımasız özel kuvvetleri olan “paraşütçüler” idi. Cezayir’de gözlerin kapandığı şiddet gelip sonra Paris’i vuracaktı.
Kürt halkına yönelik şiddetin faillerinin sonra gelip Ankara’yı vurması gibi.
Solu acımasızca ezen ve Türkiye siyasetinin dengesini bozan 12 Eylül’ün önünü açtığı Cemaat ne peki?
“Sızıntı” dergisi okurları, devlet yapılanmalarına 12 Eylül sonrası nasıl adım adım sızdılar? Soğuk Savaş filmlerin uzaydan gelen ve dünyayı sinsice istila eden yaratıkları gibi değil herhalde?
Devlet içinde bir ekip olurlarken herkes haberdardı varlıklarından.
Olayı izleyen İsveçli bir arkadaşım, dostlarına Türkiye’de neler oluyor sorusunu kolay yoldan anlatmak için,  Türkiye “opus dei”si diyecekti. Onlar da “tamam anladık” diyeceklerdi.
Hani Katolik kilisesi etrafında örgütlenen siyasetçi-mafya-sermayeci-derin devlet yapılanması olan, romanlara konu olan Opus Dei!
Çok erken bir dönemde, “Kar” romanında, İslamcı-Kemalist çatışmayı öngören Orhan Pamuk belki Türk opus Dei’sinin romanını da yazar bir gün. Son darbe girişimi, onun romanındaki Kars Darbesi gibi comedia della turco!
Belki de Dan Brown yazar bu romanı!

Evrensel'i Takip Et