Takrir-i Sükûn'u hatırlamak
Hükümete olağanüstü yetkiler veren kanunlar, rejimin siyasal ve iktisadi açıdan yeniden inşasının dayanaklarını oluşturur, sistem bu kanunlarla tahkim edilir.
4 Mart 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu bu açıdan derin etkiler bırakanların başında gelir.
Türkiye’de devletin bugün de farklı pratiklerle kendini gösteren kodlarını anlamak için dönüp, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki o koyu baskı dönemine bakmak faydalı olabilir.
Kendisini dinsel biçimler altında ifade eden bir Kürt isyanı olan Şeyh Sait İsyanı, genç Cumhuriyet’in daha kuruluş aşamasında, rejimin kurgulanması açısından, Türkiye’yi yöneten Kemalist kadroların temel gerekçelerinin başında geliyordu. Bu isyanın ardından, 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, yönetenlerin, “terörle mücadele” argümanını hangi biçimlerde kullandığını gösteren bir dönemin de kapısını açtı.
Hükümet, bu kanunun çıkarılmasıyla birlikte, biri Ankara’da, diğeri Diyarbakır’da iki İstiklal Mahkemesi kurdu. İsyan bastırılırken, Şeyh Sait de, 50’ye yakın kişiyle birlikte idam edildi.
Bunlarla da sanırlı kalınmadı ve Takrir-i Sükûn Kanunu, muhalefetin toplam olarak baskı altına alınması için işletildi. İstanbul’da yayımlanan “Tevhid-i Efkâr”, “Son Telgraf”, “İstiklâl”, “Orak-Çekiç” gazeteleri ile “Aydınlık”, “Sebilülreşat” dergileri, Bursa’da yayımlanan “Yoldaş” gazetesi Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılarak sorumluları tutuklandılar.
Nâzım Hikmet, bu dönem yurt dışına çıkmayı başardı. Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki yargılama sonucunda en ağır cezaya çarptırılanlar arasında o da vardı. Dr. Şefik Hüsnü (Değmer), Hasan Âli (Ediz) ile birlikte 15’er yıl hapis cezasına çarptırılmışlardı. Şevket Süreyya (Aydemir), Dr. Hikmet (Kıvılcımlı) 10’ar yıl, Sadrettin Celâl (Antel) 7 yıl ceza alanlar arasındaydılar.
Nâzım Hikmet, otobiyografik romanında o günlerde hissettiklerini şöyle anlatır: “Yüreğim tıpkı o takip edildiğimi sandığım akşamki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler İstanbul’da, Ankara’da komünistlerin yakalandığını, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenlerin de şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasında ben de vardım”*
Başlangıçta iki yıl için çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası’nın yürürlük süresinin iki yıl daha uzatılmasının kararlaştırılması amacıyla, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Meclis’te söyledikleri, bu yasanın çıkarılış sürecinde gizlenen, ancak yasa ile uygulamaya geçirilen diğer amaçları da ele verir: “İki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların en önemlisi Şeyh Sait ayaklanması ile beliren eylem değildi. Asıl tehlike memleketin genel yaşantısında meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu. Bu, memleketin birçok zamandan beri politik yaşantısına musallat olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine ve samimi düzeltme isteklilerinin bütün çabalarına engel olan budur. Ve bu, küçük çıkarları işletmeye alışmış soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetleridir.(...) Aldığımız tedbir, yalnız Doğu’daki davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca engel olan sosyal düzendeki karışıklığın ortadan kalkmasını da sağlamıştır.”**
Bugün de günümüz iktidarı, 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasının ardından yürürlüğe soktuğu OHAL’e dayanarak çok boyutlu bir baskı süreci işletiyor.
Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Hürriyet muhabiri Arda Akın’ın tutuklanmasıyla darbe soruşturmasında tutuklu gazeteci sayısı 44’e yükseldi. Hangisinin gerçekten darbe girişimine iştirak ettiğine dair şu ana kadar hiçbir somut delil ortaya konulmadı.
Onun dışında örneğin, Suruç Katliamından kurtulmuş olan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi ETHA Muhabiri Fatma Edemen’in ve Demokratik Modernite dergisi editörü Haydar Ergül’ün gözaltına alınması “FETÖ ile mücadele” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılan bu baskı sürecinde gerçekleşti. Kapatılan gazeteler arasında Gülen Cemaati ile uzaktan yakından ilgisi olmayan Bizim Kocaeli ve Adana Haber de var.
Muhalif kimliği ile bilinen çok sayıda kamu emekçisi bu süreçte mağdur edilirken, Barış İçin Akademisyenler de hedef alınanlar arasındaydı.
Bu sürecin iktisadi boyutunu ise Özgür Müftüoğlu’nun dün Evrensel’in manşetine taşıdığımız
“Sermayeyi yaşat gerisi teferruat!” başlıklı yazısı çok iyi anlatıyordu. O yazıdan bir bölümle noktalayalım: “Esas olarak devletin sermayeyi teşvik sisteminin ‘esnekleştirilmesi’ni içeren Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’yla daha önce hiçbir burjuva hükümetinin cesaret edemediği bir cömertlikle, üretim süreci ve kamusal alan sınırsız biçimde sermayenin sömürüsüne açılmaktadır.”
* Nazım Hikmet (1977), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim,
s. 21
** Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri 1924-1930, s. 22
Evrensel'i Takip Et