22 Eylül 2016 23:59

Ken Loach’tan içli geri dönüş

Ken Loach’tan içli geri dönüş

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kırk yıl boyunca birçok işte çalışmış, usta bir marangoz Daniel Blake. Kalp krizi geçirince, doktor çalışamayacağını söylemiş, o da en doğal hakkı olarak işsizlik fonuna başvuruyor. Ama orada çalışamayacağına ikna olmadıklarından, eli kolu tutuyor diye, başvurusu reddediliyor. Film böyle başlıyor. Sonra yeniden başvuru, itiraz, doldurulacak formlar, ki “hepsi internette var”, yeniden bürokrasi ve teknolojiyle boğuşma. İşsizlik maaşı almak için, iş araması, bunu da belgelemesi gerekiyor. İş arıyor o da çaresiz. İş bulsa da çalışamayacak, ama zaten kolay bulunmuyor da. Yani işte çalışamayacağından dolayı işsizlik maaşı almak için iş araması ve bulamaması gerekiyor ve bu çok mantıklı bir şeymiş gibi “kurallar böyle”. Bütün bunlar başvuru sahiplerini pes ettirmeye, vazgeçirmeye dönük karmakarışık ve onur kırıcı süreçler, tahmin edileceği gibi. 
İşsizlik fonunun çeşitleri ve bürokrasisi biraz farklı elbette ama bize de, herhalde dünyanın başka yerlerine de hiç yabancı olmayan bir “sosyal devlet” manzarası. Fonda biriken işçilerin parasını işçiye, işsize vermeyip el koymaya niyetlenen buradakiler gibi, özel sigortayı zorunlu yapanlar gibi, orada da bu işleri özelleştirmiş ve insanı emeğinin hakkını aradığı için aşağılayacak şekilde düzenlenmiş işte. Geçen yıl Bin Başlı Canavar adlı Meksika filminin kahramanı, kanser kocasının tedavi masrafını ödemeyen sigorta şirketini silahıyla yola getirmeye çalışıyordu. En son tarihi bir film çeken Ken Loach yeni filmi Ben, Daniel Blake’te neoliberalizmin eskiden beri olan “ödemiyorum”cu yüzünün yanı sıra, “Şunu, şunu, şunu yaparsan hakkın yanar”cı, oyalama ve aşağılama üstüne kurulu yanını öne çıkarmış. Yoksa canavar, aynı canavar. 
Cannes’ın Altın Palmiye’si dahil epey ödül ve övgüye mazhar oluşu, o canavarın onur kırıcılığını işlemesindeki başarıyla çok ilgili. Hakkını almak için aylarca kapıları aşındıran kahramanının karşılaştıklarını öfkelenmeden takip etmek mümkün değil. Bu arada, kendi gibi oyalanan iki çocuklu Katie ile yolları kesişince, onun ve çocuklarının hikayesi de filmin duygusuna katkı yapıyor. İşte o duygu, hakikiliği giderek zayıflayan, samimiyetten çok ana akım sinemanın kurgulanmış duygulanımlarına yaklaşmaya başlıyor. Bir nevi Ken Loach’tan Yeşilçam filmi gibi. (Bu bir övgü cümlesi değil, Yeşilçam’ı tartışmaya burada yer yok ama kısaca; Ken Loach Yeşilçam filmi çekmediği için Ken Loach’tur.) Daniel, Ken Loach (ve Senarist Paul Laverty) sinemasından tanıdığımız zayıf ve güçlü yanlarıyla, ince işlenmiş sahici karakterlerden değil, “ömründe bir karıncayı bile incitmemiş” tek boyutlu bir masal kahramanı aslında. Yoksul adamların ille de iyilik saçarken kalp krizi geçirdiği ve kadınların hep kötü yola düştüğü masalları bilmeyen yoktur. Bu en çok, Katie maaşını alamayıp da eskortluk yapmaya başlayınca, Daniel’ın müşteri gibi odasına girmesinde belli oluyor. Ya da Katie’nin markette açlıktan konserveye hamle yaptığı patlama anında. Olayın kendisi fazlasıyla duygu yüklüyken, acıklılıkla onu kuvvetlendirmek mümkün değil ki, zaten hiç gerekli değil. 
Sistemi anlatırken en çarpıcı ve hakiki tonu yakalayan Loach ile Laverty, işçi sınıfının sinemacıları olarak bilinmelerini borçlu oldukları özgünlük yerine popüler sinema unsurlarını tercih etmiş. Seyirci tarafından çok sevilmesi mümkün, karşısında hakkı gasbedilen bir işçi değil, ayıp edilmiş bir amca olunca o daha kolay olur. Yine de aldığı ödüller ve gördüğü, göreceği ilgi, elbette sisteme getirdiği eleştiriyle, pek işlenmemiş “onur kırıcılık” meselesini hakkıyla ele almasının ürünü ve sinemanın yüzünü bu yana dönmesi ihtiyacının bir göstergesi. Başka türlü değerlendirmek olmaz. 
Ben, Daniel Blake’in Adana Film Festivali’nde bugün ve yarın gösterimi var. Önümüzdeki haftalarda birçok şehirde Filmekimi programında, vizyon tarihi ise aralıkta görünüyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa