Filmekimi: Yaprak dökümü
Fotoğraf: Envato
Sinemada sonbaharın karşılığı Filmekimi, her yıl adım adım büyüyerek, birçok şehirde birçok sinemaya yayılan, sinema seyircisinden en çok ilgi gören festivaller arasında artık. Yerli filmlerin ve daha çok da ünlü yıldızlarının hakimiyetindeki diğer festivallerde gölgede kalan yabancı filmlere ağırlık vermek gibi bir özgünlüğü var. Yıl içinde önemli uluslararası festivallerde seyirciyle karşılaşmış filmleri önümüzdeki aylarda vizyona girmeden önce, bir festival havasında izleme imkanı bulmak kıymetli. Filmekimi’nde biletleri tükense de, geçen yıllara bakarak filmlerin çoğunun yine vizyonda pek seyirci çekemeyeceği tahmin edilebilir. Bu rağbet, ilk izleyenlerden olma isteği kadar, birlikte izlemeyle gelen etkileşim ve paylaşımla ilgili.
Bu yıl şehirleri dolaşacak olan programda 50’nin üzerinde film içinden öneri yapmak bile zor, çünkü zaten hepsi bir yerlere seçilmiş, dünya sinemasının bu yılının en öne çıkan yapımları sayılır. Belki bazılarına dair, birkaç not düşülebilir:
* Filmlere ilk bakışta dikkat çekmediyse bile, üst üste izleyip düşününce fark edilecek bir ortak özellik, filmlerin büyük çoğunluğunun ölüm hakkında olması. Malum sadece bizde değil, dünyada da “hava kurşun gibi ağır” ve - sinema, sanat böyle durumlarda “kaçış” işlevi görebilir ve hatta bu kötü bir şey de olmayabilirken - sinema da bu havanın ağırlığı altında görünüyor. Hepsi çok acıklı melodramlar demek değil bu ama çoğunun merkezinde, ölümle, kayıpla baş etme var. Savaş, aksiyon, cinayet dolu filmleri saymasak bile, tabut bol. Sonbahar sinemasında yaprak dökümü.
* Seçkinin tek animasyonu Kabakçığın Hayatı (Ma Vie de Courgette) bile annesinin ölümüyle yurda yerleştirilen bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Hem stop motion kuklaları çok sevimliler, hem de çocuksu değil olgun bir yaşama bağlılığı işleyişi anlamlı.
* Şaşırtıcı değil belki ama dikkat çekici bir durum bu. Her savaş dönemi dünya sinemasında karamsarlığın hakim olduğu dönemler de değildir aslında. Birinci Dünya Savaşı bu ruh haline yakın: Bkz. François Ozon’un Frantz’ı, savaşta ölen nişanlısının arkadaşıyla Fransız-Alman muhabbetine dair. 30’lardan bir Lubitsch uyarlaması. Atmosferi çok başarılı kurmuş, siyah beyazdan renkliye geçiş iyi işliyor. Duygu yüklü ama bir o kadar sade bir “oğullarının ölümüne içen babalar” anlatımı etkileyici, yukarıda bahsedilen ağırlığı fazlasıyla hissettirerek.
* Birçok filminde umudu işleyen Dardenne’lerin filmi Meçhul Kız (La Fille Inconnue), doktorun bir kadının ölümünü araştırması üzerine. Bir önceki filmleri İki Gün Bir Gece’de kısa sürelerle kahramanla yolu kesişen karakterler küçük detaylarla anlatıyı nasıl zenginleştiriyordu ya; Meçhul Kız’da cinayet soruşturması kapsamında doktorla konuşanlar bir şey katıyorsa, onun ne olduğu pek belli değil. Burada görünen o anlamda bir zenginlikten çok, belirsiz ya da en azından incelmemiş bir duyarlılık.
* Ken Loach’un son filmi Ben, Daniel Blake, hakkını almaya çalışan emekçinin karşısına çıkan yıldırıcı ve onur kırıcı bürokrasiyi başarıyla anlatıyor. Sistem eleştirisindeki ustalık, onu yaşayan karakterlerin işlenişinde yok belki. Altın Palmiye ödüllü ve oldukça duygusal bir film.
* En eğlenceli filmlerden Çakı Gibi’nin (Swiss Army Man) bile kahramanı ölü! Yalnızlık ve ölüme dair, acayip, komik, zor, yani içine girmesi de zor, bir yandan da ilham verici bir ilk film.
* Seçkinin tek yerli filmi Albüm, güzel fikirler ve güzel görüntülerle dolu bir film. Cannes’da Eleştirmenler Haftası’nda Yılın En Yaratıcı Yönetmeni ödülünden beri Mehmet Can Mertoğlu ilk filmiyle birçok festivalde ilgi topluyor. Bu iyi düşünülmüş ve uygulanmış unsurlar bir yerden sonra fazla, filmin kahramanlarının özenilmiş fotoğrafları misali gelmeye başlayabilir. O zaman o kadar eğlenceli olmayacaktır.
* Komedi unsuru olan az sayıda filmden Vahşiler Firarda (Hunt for the Wilderpeople) yine yetimhaneden gelen çocuğun “teyze” dediği üvey annesinin ölümüyle başlıyor. Sinema büyüme hikayelerini, ergen kahramanları sever ama sonuçlar genelde birbirine benzer. Bu Yeni Zelanda filmindeki ilişki başlı başına çok hoş, “amca-oğul” bir nevi. Bir de orman.
* Galiba Toni Erdmann’ın görkemli bir bina inşa ettiği temelinde bu var; baba ile kızının özgün ilişkisi. Eksik, kopuk, bir şeylerin gölgesinde, kapitalizmle malul ama sahici, yaratıcı, olumlu, nihayetinde affedici. Bunun bütün detaylarına işlediği filmin neredeyse üç saatlik süresinin sebebi, bunu seyirciye yaşatması için uzun olması gerekmesi. Oyunculuk da her unsur gibi çok güçlü. Hepsi uzun uzun değerlendirilecek filmler, bunlar söylenebileceklerin çok azı.
- Androidler üç boyutta ne düşler? 06 Ekim 2017 01:00
- Yedi kişilik oyun 01 Eylül 2017 01:00
- Erkeklere gününü gösteren pehlivan 18 Ağustos 2017 01:02
- Etkili ama bilinmeyen bilim kurgu 28 Temmuz 2017 00:15
- Zombilere karşı iki tutum 21 Temmuz 2017 01:00
- Maymun nasıl maymun oldu? 14 Temmuz 2017 00:15
- Sürüden ayrılanı kamera kapar 07 Temmuz 2017 01:33
- Ey ruh, sen kimsin? 30 Haziran 2017 00:52
- Karanlık Çağ’da vampirlere karşı 08 Haziran 2017 23:52
- Genç Karl Marx: Bir başlangıç 19 Mayıs 2017 01:00
- Kaygı'yla gerçeği hatırlamak 12 Mayıs 2017 00:30
- Beyazlar Afrika'da neler çekmiş 05 Mayıs 2017 00:59