İktidarın politikaları ve 'milliyetçi - muhafazakar' emekçiler
Öyle zamanlarda, öyle koşullarda yaşıyoruz ki, giderek daha çok sayıda insan, yaşama hakkının tehlikede olduğunu hissederek, günlük yaşamlarını sürdürmek için en zorunlu ihtiyaç maddelerini temin edememe kaygısına dahi yabancılaşmaktadır. Erdoğan iktidarı (o on dört yıldır devleti çekip-çevirmektedir), kitleleri ölüm-kalım sınırında tercihe zorlayarak yönetme politikası izlemiş ve sağladığı başarıyı basamak yaparak polis devleti koşullarını ağırlaştırmaya daha fazla sarılmıştır. İçeride ve dışarıda “pusuda hazır bekleyen hain düşman” propagandasının kitlesel etkisi artıkça, bu propaganda daha da yoğunlaştırılmış, inandırıcı olması için provokasyonlardan kaçınılmamıştır. Büyük Haziran direnişine karşı ülke düzeyinde girişilen vahşeti, 6-7 Ekim protestolarına karşı yürütülen saldırılar, Kürt kentlerinin tanklı-toplu bombardımanı, IŞİD’ci-kontrgerillacı çetelerin Suruç, Diyarbakır, İstanbul ve Ankara Gar katliamları, kitleleri yaşam tehdidiyle sindirme politikasının ürünü olmuşlardır. SOMA’da, iş cinayetinde katledilen 301 madencinin cesedi yerde ve göcük altındayken madenci yakınlarına tekme-tokat saldırılar, TEKEL işçilerinin Ankara kışında buzlu sulara savrulması, iktidar polisi direnenleri katledildikçe, onun “kahramanlığı”na övgü düzen iktidar sözcülerinin açıklamaları bu politikanın ürünüydü.
Bunların herbiri ve hepsi, herkesin bir ötekine şüpheyle baktığı ve uzak durması gerektiğini düşündüğü bir ortamı yaratarak yönetimi sürdürme, yönetmeyi başarma hedefiyle bağlı olmuştur. Herbiri ve hepsi, devletin gerçek kimliğine işaret ederler. Erdoğan yönetimindeki tekelci “zümre” iktidarı, içerde, hak talebinde bulunan herkesi, “etkisiz kılınması gereken hain!” gösterip komşu ülkeler topraklarında fetih politikası izlerken, kitlelere ve özellikle kitlelerin kendi hakları ve çıkarlarına uyanmış ileri kesimlerine “ya bana biat edersiniz ya da berhava olursunuz!” dayatmasında bulunuyor.
Ve gerçek şu ki, “ya ölüm ve zindanı seç ya da benim rıza gösterdiklerimi kabul et!” politikasının sağladığı getiri sadece politik alanda değil, iktisadi, sosyolojik ve psikolojik alanlarda da, birbiriyle takviyeli etkiye sahip! Bu etki elbette tek yönlü değil; karşı tepkiyi de büyüten bir yanı var. Ancak, mevcut durumda, asıl olarak iktidar gücünden yana işlev görmektedir. Erdoğan yönetiminin izlediği politika tüm ülkeyi, tüm bölgeyi bugünkünden daha büyük ve yıkıcı kaos ve çatışmalara sürükleyecek özelliklere sahip ve iktidar sözcüleri her fırsatta, politikalarının “milletçe desteklendiği”ni propaganda ediyorlar.
Bu propagandanın izlenmesinde önemli bir etkisi olan kitle desteğinin, ya izlenen politikanın büyük kitle katliamlarını, ekonominin çökmesini, açlık, yoksulluk ve işsizliği, tüm bunlarla birlikte olası ve bölgesel bir savaş durumunda çeşitli bölünme ve paylaşımların konusu olmayı gündeme getireceğinin henüz farkında olmamayla ya da “nasılsa bana bir şey olmaz, hükümetten-devletten yanayım!” aldanışıyla bağlı olduğu bir gerçektir. İktidar sözcüleri “Biz yeni kurucuyuz; yeni bir kurtuluş savaşı veriyoruz!” diyerek, İslami- Türk milliyetçisi duygu ve düşünceleri istismar ederek bu kitleleri sürüklemeye devam edebilmektedirler. Susku içindeki ya da aldatılarak yedeklenmiş ve kendilerini “milliyetçi ve muhafazakâr” olarak adlandıran işçi-emekçi ve küçükburjuva kesimlerinin tutumu bu durumun değişmesi açısından büyük bir önem taşıyor.
Günlük “şok hamle!”ler, “şok açıklama”larla yığınları şoke edip korku duygusunu güçlendiren saldırılarla alınan yol, uçurumu giderek derinleştirmekte ve genişletmektedir. Bu yola “devam” engellenmedikçe, uçuruma yuvarlanacak ve yıkımda bugünü de kaybedecek olanlar sadece bugünün mücadeleci işçi, emekçi, aydın, genç, kadın kesimleri; ilerici, demokrat, sosyalistleri; Kürtlerin eşit hak talebinde bulunanları, inanç özgürlüğü isteyen Aleviler, modern yaşamdan yana ve fakat korkak ve teslimiyetçi burjuvalar olmayacaktır.
“Milliyetçi ve muhafazakar” işçi ve emekçilerin, iktidarın izlediği ve ülkeyi büyük kaos ve çatışmaların girdabına sürükleyen bu politikalar karşısındaki destekçi tutumdan vazgeçmeleri bu bakımdan, “ülkeyi ve halkını uçurumdan kurtarmak” ölçüsünde öneme sahiptir. SOMA’da, TEKEL direnişinde, Reno-TOFAŞ grev ve direnişlerinde yaşananlar ve bunlara eklenebilecek daha binlerce somut olay ve gelişme, milliyetçi-muhafazakar işçi ve emekçilerin, polis gücüyle ve yerli-yabancı patronların yanında saf tutarak işçi-emekçi eylemlerini ezmeye çalışan iktidarın yanında değil, bugün onun susturmak ve sindirmek için uğraştığı emekçilerin direnen kesimlerinin yanında yer almak olduğunu göstermiştir. İktidar, herkesin yaşam hakkını tehdit ederek ve herkesi korku çemberine alarak yönetmeyi dayatıyor. Erdoğan, boşuna, “Bakın, OHAL’de grev, direniş, ıvır-zıvır yok!” demedi. Baskı, OHAL, Kanun Hükmünde Kararnameler, grevin, direnişin, hak talebinin, eşitlik isteminin, daha iyi koşullarda ve “barış içinde” yaşamanın karşısındadır. Hak isteyen, özgürlükten, barıştan, demokrasiden sözederse isterse milliyetçi-muhafazakar olsun, farketmez, karşısında bulacağı polis zorbalığı ve zindan olacaktır. Görünen köy klavuz istemez demişler. İktidar gücünün paylaşımı dolayımında başgösteren ve iplerin kimin elinde olacağını belirleyecek silahlı iç çatışma sonrasında yaşananlar yeterince öğreticidir. Çelişkiye düşülen isterse “Başı örtülü bacı”; “inançlı müslüman”; “Milliyetçi özbeöz Türk!” olsun, gözünün yaşına, yakınlarının mağduriyetine, ideolojisinin sağ-mililyetçi ve İslamist olmasına bakılmıyor. Katolik Alman papazının pişmanlık dolu açıklamaları başka ülkelerden, başka milliyet ve inançlardan insanlar açısından da ders verici olduğu gibi, şimdilerde, bizim ülkemiz insanları açısından da geçerlilik göstermektedir. Daha da önemlisi, bizde henüz zaman geçmiş değildir!
Evrensel'i Takip Et