20 Kasım 2016

Öncesi yokmuş sanki, öncesi hiç olmamış. İki yakası hep köprülerle bir araya gelmiş İstanbul’un. Zamana sorduğumuzda da yanıt vermemiş sanki ya da biz yanıt aramak için sayfaların dehlizine inmeyi akıl edememişiz. 

Nereye baksak müteaahitlerin başı göğe değen aynalı gökdelenleri varmış hep. İmar ve inşaat üzerine kurulmuş bir kentmiş İstanbul. Sesinin yankısı hep çimentoyla örtülmüş. Özelleştirmenin amansız yağmasına maruz kalan fabrika arazileri, her köşe başında varlığını gözümüze sokan AVM’ler, nefes almanın mümkün olmadığı kalabalık sokaklar kaderimizmiş zaten.

Debbağhane-i Âmire adıyla 1812’de bir devlet işletmesi haline getirilip Harbiye Nezaretine bağlı olarak faaliyet gösteren işletmede makineleşmenin hangi aşamalardan geçtiği, kömürün ve buharın nasıl kullanıldığı ayrı bir mesele. Şimdiki adıyla “tabakhane”de 19. yüzyılın ortalarından sonra kösele üretimi aldı başını gitti, Fransız köselesini geride bıraktı hatta.  1912 yılında günde bin çift ayakkabı üretiliyordu burada. 1925 yılında Türkiye Sanayii ve Maadin Bankası’na, 1933 yılında da Sümerbank’a devredildi. 1980’li yılların ortasında 2 milyon 500 bin çift ayakkabı üretiyordu yıllık bazda ve 2 bin civarında kadın işçi çalışıyordu fabrikada. Beykoz’daki o fabrikada bugün kim çalışıyor, üretim kapasitesi ne, diyecek soracak olursanız, olumlu yanıt veremez kimse. Sıfır. 1986 yılında kapatıldı. Nicedir ışık gölge oyunlarıyla diziler için set ve dekor görevi görüyor.

Adnan Özyalçıner, 1960’lı yıllarda Cumhuriyet’in düzeltme servisinde işe başladığında, Kemal Özer ile Nuruosmaniye’deki İkbal Kahvesi’nde buluşurlardı. Özyalçıner, sabahları Varlık Yayınları’nın düzeltisini yapardı İkbal’de. Öğleye doğru Kapalıçarşı’daki dükkândan kirişi kıran Edip Cansever de İkbal’de alırdı soluğu. Ferit Öngören, Muzaffer Buyrukçu, A. Kadir, Nurer Uğurlu gibi isimler de müdavimdi elbet. İkbal demek biraz da Orhan Kemal demekti. Orhan Kemal’in mektupları bile İkbal’e gelirdi, konuklarıyla orada buluşurdu hatta. Sennur Sezer her sabah Varlık’taki işine gitmek için evden çıkıp İkbal’de verirdi ilk molasını; bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da Orhan Kemal’le sohbet ederdi. Orhan Kemal son düzeltmelerini yaptığı öykülerini Sennur Sezer ile gönderirdi Varlık’a. 

Bir de Küllük vardı tabi. Kendi başına bir okul Abidin Dino’dan Orhan Veli’ye, Sait Faik’ten Bedri Rahmi’ye nice insanın vazgeçilmez kahvesi. Bir de Küllük vardı tabi, ilk sayısı İçişleri Bakanlığı’nın bizzat müdehalesiyle kapatılan efsane dergi. Uzun hikâye ve bir başka yazı konusu.

EVVELİ VAR SONRASI MALUM

Adnan Özyalçıner’in yeni kitabı “Yok Olan İstanbul” daha bugünlerde buluştu okuyucuyla. Çeşitli dergi ve gazetelerde zamanla biriken anı ve izlenimlerini bir araya getirmiş usta yazar. Kitapta Sennur Sezer’in de yazıları var. Giriş yazısındaki imza ikiliye ait. Beykoz’u, Paşabahçe’yi, Haliç kıyılarındaki fabrikaları yazmış Sennur Sezer. Feshane’yi nasıl yıktıklarını yazmış, Beykoz’daki kundura fabrikasının bütün tarihini; kâğıt, mum, rakı fabrikalarını…

Yukarıda İkbal ve Küllük’ten bahsettik. “Yok Olan İstanbul”un bir başka yüzü de kahvelerdi kuşkusuz. Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”ndan aktarmış Adnan Özyalçıner: “İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında açılmıştır. Peçevi, o yıl İstanbul’a Halep’ten Hakim bir herif, Şam’dan da Şems adında bir zârif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale’de birer büyük dükkân açıp ‘kahvefurüşluk’a başlamışlar. Keyiflerine düşkün kimi ‘yâranı safa’ özellikle ‘okur-yazar makulesi’nden nice zârifler burada toplanır olmuştur.” 

Evliya Çelebi’ye göre 1630 yılında 55 kahve dükkânı vardır İstanbul’da ve bu dükkânlarda 100 ocakçıyla çırak çalışmaktadır. Ahalinin toplanıp şikâyetlendiği yerlerdir kahvehaneler. Burada istibdat jurnalcileri hayli mesai harcamıştır. Hayli jurnal akmıştır yıllar içinde saraya. Daha geçen hafta 400’e yakın derneğin Kanun Hükmünde Kararname ile kapatıldığına tanık olmadık mı? 1633 yılındaki büyük yangını bahane eden Osmanlı kahvehaneleri tümden kapattı. 1808-1839 döneminde 2. Mahmut, kahvehanelerde devlet sohbetini, yani siyasetten söz etmeyi hepten yasakladı. 

Kimin kimden evvel neleri yasakladığı meydanda; ama evveli inşaat değildi İstanbul’un. Kalbine kazmalarla temel atılmıyordu; dozerlerin hoyratlığından almamıştı nasibini daha. 

Geçmişi özlemek için zamanın izlerine tanık olmak gerekiyor. Bazen saklıdaki sandıktan çıkan bir güncedir geçmiş, bazen bir fotoğraf, bazen bir mektup, hatta kartpostal. Radyoların, pikapların sesine dokunmaktır bazen.

Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer’in beş yazısının bulunduğu kitabında bizi alıp İstanbul’un eski zamanına konuk ediyor. Çamlıca’ya çıkıyoruz ki şimdi böğründe nelerin arşa değmeye çalıştığı malum herkes için. Kahvelere uğrayıp zamanın şair ve yazarlarıyla yarenlik ediyoruz bir güzel. Kâğıthane ve Sadabad olmadan olmaz ve elbette Nedim. Bedestenler ve çarşılar, fabrikalar ve mahalleler, günlük hayat ve sonrası. 
Yazıklanmak, ah vah etmek için değil, zamana tanık olmak için “Yok Olan İstanbul”.

Hamiş: İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyan Adnan Özyalçıner, biriktirdiği harçlıklarıyla Babıâli’deki kitapçı Semih Lütfi’den Reşat Nuri’nin “Acımak” adlı romanını almıştı. 1980’lere kadar açık kalan bu kitapçının yerinde şimdi ne var acaba?

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Vergide sahte sefer

Vergide sahte sefer

Maliye Bakanı Şimşek’in servet sahiplerinin vergi ödememesine tepkiler üzerine ilan ettiği “vergi denetimi seferberliği”nden koca bir hiç çıktı. Müfettiş yetersizliği nedeniyle şirketlerin sadece yüzde 2’si denetlendi. Sınırlı denetimde bile kaçırıldığı tespit edilen vergi tüm şirketlerin ödediği kurumlar vergisinin yarısına erişti. Vergi yükü her zaman olduğu gibi bordro mahkumu emekçinin sırtında kaldı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Suriye’de Aleviler hem katledildiler hem de “Esed artığı”, “mezhepçi fitne”, “provokatör” gibi suçlamalara maruz kaldılar.

Evrensel'i Takip Et