11 Aralık 2016 01:00

‘Son bakıştaki o gözler’

‘Son bakıştaki o gözler’

Fotoğraf: Envato

Paylaş

O bizim 17 yaşından sonra hiç büyümeyen arkadaşımız, okul çıkışı aynı mahallenin sokaklarından geçip gidiyoruz evlerimize. Tenha değil. Kalabalık. Aynı yaşta kaldığımız yoldaşımız, aynı ısrarın baharı büyüyor içimizde. Bayrağı daha yukarı taşımanın vakur adı.

Bütün kapılardan geçip sonraya lirik bir ilham gibi kalmanın bütün ayrıntıları orada saklı sanki. Kararlı gözleriyle bakıp olabilecek her şeye bir yanıt verecek birazdan. Bunu biliyor ve hayatın anlamına dair soruları çoğalıyor duruşunda. 

Orada, bir ırmağın söğütlerin saçlarını taradığı yerde yeniden anlam buluyor damlalar. Çağlayıp taşmanın, bir çavlana ses olmanın bütün nedenlerini yaşıyor.

Geçtiği kapılardan daha önce nicesi geçti, bunu biliyor. Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaları”ndaki işçilerle konuşuyor. Refik Durbaş’ın “Çırak Aranıyor” şiirlerinde büyüyen çocuklarla arkadaşlık ediyor. Can Yücel’in “Bir Siyasinin Şiirleri”nden alıntı yapıyor annesine yazdığı mektupta. Zamanın hükmü yok. Öncesi ve sonrası yok zamanın. Gülten Akın kara saçlarını kesip yıldız tozlarıyla savurduğunda Erdal Eren’den bahsediyor biraz da. Bir şarkıda geçiyor adı, hıçkırıklı notalarla değil, gökkuşağının renkleriyle adından bahsediliyor. Olmuşu oldurmak için değil, olana mim koymak için! Mahmut Temizyürek “İnsan Denince” adlı şiirinde bütün insanlık tarihini sırtlanırken, yolu Erdal Eren’den de geçiyor.

Bir yanı kar yangını, bir yanı güneş. Bir yanında şarkılar yeşeriyor, bir yanında ses buluyor kendine su. O gece biri duvara kostikle yapıştırıyor afişi. Biri fırçayı boyaya daldırıyor ve kalabalık iniyor geceye. Haklıların kalabalığı, talanın anahtarını elinde tutanları korkutuyor, evet. 

***

Yaz yağmuru bıraktı arkasında, o çiseltiler yer buldu damla damla dallarda ve yapraklarda. Toprağa dokunmanın buğusu yükseldi göğe. Derin uykusundan uyanan çocuklar bodrum katlarında mahsur kalıp öldürüleceklerinden habersizdiler.

Martıların göğü yarıp geçtiği akşamlarda yelken açmıştı mavinin sandalıyla. Nereye? Gelecek zamanın doğurgan bereketine elbette. Güzel ve iyi olana. İnsana dair olana. Hayatı paylaşmaya. El yazısı okunmayan bir şairin sustuklarına ve bir nehir şiire, evet.

Kışı güneşle sınamanın adımlarıyla atıyordu voltasını. Cellatları meydanlarda ayet kusarken, “öldürmeyip de besleyelim mi?” nidalarıyla karlı meydanları kana bularken de emindi duruşundan. Kaşını çatıp yeşili küstürmeyi aklından geçirmedi. Kuşların didiklediği ekmek kırıntılarına bakıp hayret etti bir zaman. Avluya bir avuç arpa serpemediğine hayıflandı belki de.

Zemheri yer buldu kendine. Toplatılmakla kalmayıp yakılan kitaplardaki cümleleri biriktirdi. Kucaklaşmanın seyrinde beklediği sabahlarda çınar ağaçlarıyla selamlaştı. İçten içe ve uzun uzun söyleşti kendisiyle. Ne yosun tutmuş anıları vardı ne de pişmanlık gözlerinde. Üstüne yürüdükçe ürküttü konseyin generallerini. Onlar ki omuzlarında biriken yıldızlara bakıp gönenmenin, “huzur ve güven ortamı inşa etmenin” sarkacında yalanı çoğaltırken, öç almanın bütün yollarını da kendileri için açmışlardı kuşkusuz.

Camda büyüyen sardunyanın kök saldığı toprak ondan bahseder biraz. Yapraklarının yeşilliğinde onun için yüzünü güneşe döner zeytin ağaçları. Bağlarda üzüm biraz da Erdal Eren’dir. Hasat zamanı buğdayın sesi ve köpüklenmiş bulutlar baharın gebe karnını tekmeliyor inatla. El ele çoğalmanın ve üretmenin adımları yükseliyor arşa.

Orada meydanlara çıkan umudun işçileriyle taşı avuçlar Erdal Eren. Hücresinin kapısında çekilen son fotoğrafıyla bakar gelecek zamana. Gözlerindeki ışıltıda pişmanlığı görmek isteyenleri yanıltacağına kuşku yok.

O bizim 17 yaşından gün almamış kardeşimizdir. Yasal cinayetlerle kendini temize çekmenin bütün olanaklarını kullanır devlet. Yapamadığı yerde çoğunluğun seçilmişlerine mecliste el kaldırmaları için kıyak çeker. Zor, bir devlet aygıtı olarak kılıcını sallar tepemizde. 

Erdal Eren, korkunun çıkınında biriktirmedi gençliğini. Üstüne yürüyerek adını verdi ondan sonra gelenlere. Annesine 10 Nisan 1980 tarihinde yazdığı mektupta umuda ve yarına dair satırları çoğaltıyordu el yazısında: “Gelecek görüşte bana özgürlüğü, özgürlüğün tohumlarını getir. Ve demir parmaklıklara bütün bu yazdıklarımı düşünerek gözyaşlarını, mahzun bakışlarını bırakmadan git. Boynun bükük olmasın. Giderken gözün arkada kalmasın. Arkana bakma. Dışarıda da hep öyle ol.”

.  .  .

İdam kararı yüzüne karşı okundu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde. O andan zamana tanık fotoğraflar kaldı. Askerlerin arasında bir “Gökçe Fidan”ın duruşu saklı belleğimizde.Sonrası malum, sonrası bilindik, sonrası cuntanın, sonrası sıkıyönetimin, sonrası tankların ve silahların gölgesinde. Bir kış sabahı sehpasını tekmeleyen Erdal Eren’in son cümlesinde sonrası…

Kıymetle!..

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa