22 Aralık 2016

Halklar, büyük felaketleri görebilecek mi?

Türkiye’nin, 2016’nın takvimsel olarak sona yaklaştığı günlerde, uluslararası alanda sarsıcı etkilere yol açma potansiyeli taşıyan bir suikaste sahne olması, bölgemizde son otuz-kırk yıllık süreçte malzemesi giderek artan şekilde biriken-biriktirilen pazar ve etki alanları kavgasının, halen sürmekte olan bölgesel savaşı daha da alevlendirerek halkların çok daha büyük yıkımı ve felaketine yol açacak şekilde ivme kazanmakta olduğunu işaret eden yeni bir gelişme olarak alınamaz mı? Her şey bir yana, Rusya gibi bir dünya gücü ve “yanıbaşımızdaki komşu” ülkenin büyükelçisinin, Ankara gibi başkentin en işlek ve sözümona güvenlikli bölgesinde öldürülmesinin çok farklı etkileri ve işlevi olacağını görmemek için fazlasıyla avanak olmak gerekir! Ya, Ankara’nın “en çok korunaklı bölgesi” olarak reklam edilen Çankaya’da, Andrey Karlov’u öldüren Çevik kuvvet polisi Mehmet Aslantaş’ın, sağ ya da yaralı yakalanması mümkün iken, öldürüldükten sonra, FETÖ mensubu olduğu açıklanarak, cinayetin Pensilvanya ve dolayısıyla da ABD ile ilişkilendirilmesini, nasıl anlamak gerekir? Karlov’un güvenliğini sağlamak için hiçbir çaba göstermedikleri gibi, suikastçiyi öldürüp konuşmasını önleyenlerin sancısı ne olabilir? Sadece, devlet-hükümet ve istihbarat servisleri sorumluluğunu örtbas etme çabası mı, yoksa, cinayetle ilişkili adres şaşırtma mı? Türkiye’yi darbeler, çatışmalar ve siyasal suikastler ülkesi haline getirenler, kendi dışlarındaki hemen herkesi düşman ilan ederek ülkeyi daha büyük girdaplara sürüklüyorlar.

Peki bu durumun oluşmasında, Türkiye’yi yönetenlerin, sıfırları silinmemiş parayla katrilyonları katlayan makam uçaklarıyla Şam’ı düşürüp Emevi Camii’nde “Cuma namazı kılma” söyleminde dışa vuran fetihçi-“yeni Osmanlı”cı politikası, daha büyük savaşları davet etmede, daha mı az rol sahibi? Sıcak savaş sahasında sürmekte olan “hamleleri”ni haklı çıkarmak için sarıldığı “iç ve dış düşman” propagandası eşliğinde yürüttüğü askeri politika, Amerikan ve Batılı diğer emperyalistlerin Katar Emirliği ve Suudi Krallığıyla birlikte pişirip uyguladığı yamyam çılgınlığından daha mı temiz ve güvenli? Sahi, artık neredeyse dünyanın tüm önemli ülkelerinde “İslami Terör”ün bombalarını patlatan IŞİD, yukarıdakilerle birlikte Türkiye ve Pakistan yöneticilerinin 1980’lerden bu yana izleyegeldikleri politikanın ürünü olarak yeşerip, dallanıp-budaklanmadı mı? Türkiye’nin Peşaver Vadisi’ne çevrilmesinde, bu kelle avcısı çeteleri koordine eden, silahlandıran ve ardından da Halep’teki yenilgileri üzerine, koruyup-kollayan güç olarak devreye girip kimliğini açık eden “kim”dir? Kürtlere ve ilerici-demokrat ve sosyalist kesimlere karşı “milli seferberlik” ilan ederek iç savaş kışkırtıcılığıyla toplu katliamları çağıran politika, Tahir Elçi suikastini, Kürt kentlerinin yakılıp yıkılmasını, muhalif siyasal parti binalarının yakılmasını üretirken, davet ettiği yıkıcılığın çapını görmemek mümkün mü? Ya da, “şeriat isteriz” bağrışlarıyla kentlerin merkezlerinde gövde gösterisi yapıp, R. T. Erdoğan’ı “İslam’ın Halifesi yapma” isteklerini dile getirenlerin yarattıkları “mahalle baskısına” gösterilen devlet hoşgörüsünü nasıl yorumlamalı? 

Gerçek şu ki, yöneticilerinin, ülke halkının bir bölümünü diğer bölümüne/bölümlerine karşı “milli galeyana getirmek” üzere, kesintisiz şekilde “iç ve dış düşman” propagandası yürüttüğü; bununla kalmayıp, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ücret ve maaşların artırılması, işsizlik ve yoksulluğu artıran uygulamalardan vazgeçilmesi, ve özgürlük, demokrasi ve barış kavramlarında ifadesini bulan talepleri dile getirenleri ihanetle suçlayıp hedefe koyduğu bir ülke, eğer o ülkenin yöneticileri aynı zamanda komşu halkların topraklarında savaşın tarafı olmuşlarsa, hiç mi hiç güvenlikli olamaz. Sınırların “kevgire çevrildiğini” söyleyenler devlet yöneticileridir. Sınırları kevgire çevirenler IŞİD, Nusra, Fetih Ordusu, Ahrar’uş Şam ve ÖSO çeteleridir. Suriye ve Irak’ta mevcut yönetimleri devirmek için emperyalist Batılı devletlerle Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan yönetimlerince silahlandırılıp koordine edilen bu çetelerin mensupları, Türkiye’yi de savaş sahasına dahil etmişlerdir. Şimdi onlara karşı yürütüldüğü söylenerek Irak’ta ve Suriye’de savaşan Türk ordusunun asıl olarak  Kürtleri vurduğu, ‘dünya alem’in bilgisi dahilindedir. Hemen her gün yok edilenlerin listesini yayımladığı ve “Son terörist yokedilene kadar savaşımız sürecek” açıklamalarıyla içerde 15 milyonu aşkın ve dışarıda da milyonlarca Kürt kökenli ülke ve bölge insanını yok etmekle tehdit edip militarizmi “Türk milli hissi”yle beslemeye koyulanlar, ülkeyi karanlığa sürüklüyorlar. Cumhurbaşkanı ve “Saray kabinesi”nin “milli seferberlik ilanı” ile ayağa kaldırdığı milliyetçi-şoven kesimlerin Kürtlere karşı talan ve yıkım harekâtı başlattıkları ve sokaklarda linç edecek muhalif aradığı bir ülkenin bu siyasal-askeri atmosferi, “dumanlı havayı” seven kurtlarla çakal sürülerinin “şehre inmeleri” için fazlasıyla uygun demektir. Kaldı ki bu ülke, 15 Temmuz darbe girişimiyle bir devlet-iç savaşına sahne olmuş; devlet yönetimi için darbelerin ve karşı darbelerin, suikastlerin ve çatışmaların ivme kazandığı bir döneme girildiği ortaya çıkmıştır. Bütün bunlara şimdi ‘büyük bir suikast’ eklenmiş bulunuyor. Çevik Kuvvet polisi, sağ ya da yaralı yakalanması mümkünken öldürülmüş, ardından FETÖ mensubu olduğu açıklanmış; cinayetin arkasındaki gücün kimliği böylece devlet politikasının karanlıklarına itilmiştir.* “Tekbir getirip” büyükelçi öldüren polisin örgütü, ailesinde aranıyor!

Suikasti Pensilvanya, dolayısıyla da ABD ile iliskilendirenlerin, son zamanlarda Türkiye’de yaşananları, hatta 15 Temmuz darbesini giderek artan şekilde ABD ile ilişkili gösteren devlet-hükümet ve istihbarat servisleri, ülkede yaşananlardaki sorumluluklarını örtbas etme çabası bir yana bırakılırsa, varsa ellerindeki verileri neden açıklamazlarken, ABD ve Batılı emperyalistlerle ikili ve çok yanlı anlaşmaları iptal edip üsleri kapatarak NATO’dan çıkmadiklari gibi,  iş birligini de sürdürmeleri, entrikalarla örülü bu iç ve dış siyasetin cezasını halklar öderken, demagojik açıklamalarla halk kitlelerini yedeklemeyi esas aldıkları oldukça açıktır. 

Diğer yandan, suikastte, ABD’nin “parmağı”nın olup-olmaması çok da önemli değil. O, sürmekte olan savaş, çatışma ve suikastlerden dolaysızca sorumludur. Ya AB’nin Brüksel şefleri hangi roldeler? Almanya’nın başını çektiği AB’nin günümüzdeki yetkilileri, “Rusya ve Türkiye’nin Suriye konusundaki iş birliği AB’nin felaketi demektir” türünden açıklamalarıyla, Ortadoğu’da yaşanan katliamların ortaklarından olduklarını ilan etmişlerdir. Peki, Rusya’nın ABD’deki temsilciliklerini üst düzeyde koruma alarmı vererek işaret ettiği adres, ve ardından gelen “Eşkıyaya karşı mücadelede farklılığın ne olduğu”nun gösterileceği açıklamasını, Ortadoğu ve Asya’da ABD ve AB’nin büyük güçleriyle giriştiği çıkar dalaşında pes etmeyeceğinin ilanı saymak, çok mu afaki olacaktır?

Hayır, bunların her biri ve toplamı, günümüz dünyasının sürüklendiği felaketleri işaret eden özellikler taşırlar. Burjuva-emperyalist ve iş birlikçi devletlerin ve onların gizli servislerinin imzasını taşıyan siyasal suikastler, ilk kez yaşanmıyor. Tarihte, uluslararası alanda gerginlik, çatışma ve savaş(lar) için zemin oluşturmanın aracı olarak kullanıldıkları gibi, onların ürünü olarak da gündeme gelebilmişlerdir. Günümüzde de, özellikle bölgemizin ve ülkemizin “sıcak savaşlar iklimi”, bu türden cinayetler için olgun toprak işlevi görmektedir. 

Ama bu böyleyse, bu girdaptan çıkılması; katliamlar, cinayetler, suikastler, savaşlar üreten politikaların değişmesi, ilk ve en önemli önlem olmaz mı? Görülen ise bu değil! Görülen, burjuva iktidarının, ülkenin içinde bulunduğu çok ciddi sorunların sorumluluğunu gizlemek, ve sözde ulusalcı, gerçekte işbirlikçi ve yayılmacı politikalarıyla kitleleri yedeklemeye hız vermesidir.  

Bu durumda, sorun gelip, geniş işçi ve emekçi kesimlerinin hükümetin ve iş birliği içinde olduğu devletlerin politikalarına karşı tutum alarak halkların kardeşliği ve özgürlüğü için mücadeleye atılmasına dayanıyor. (devam edecek)

* Benzer bir kapatma Fransız-Türk istihbaratı iş birliğiyle Paris’te gerçekleştirildi. 2013 yılı kışında, Paris’te, Fransız ve Türk istihbaratının bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği bilgisinin gazetelerde tefrika edildiği, Sakine Cansız ve arkadaşlarına yönelik suikastı gerçekleştiren Ömer Güney, dört yıl boyunca yargılanmaksızın bekletildiği cezaevinde, ve yargılanacağının açıklandığı 2017 Ocak’ı öncesinde, “beynindeki ur nedeniyle öldüğü” açıklanarak, dosyası kapatıldı. 

EVRENSEL'İNMANŞETİ

101 milyarlık gasp

101 milyarlık gasp

Enflasyonla mücadele adı altında uygulanan Erdoğan-Şimşek programı, enflasyonu düşürmüyor ama ücret ve maaşları acımasızca ezmeye devam ediyor. DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı. “Enflasyonun nedeni ücret zamları” yalanının foyası da açığa çıktı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı.

Evrensel'i Takip Et