‘Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket’ hâlâ

Yoğurtçular geçerdi evvel zamanın sokaklarından. Sütçülerin sesi, simitçilerin sesine karışırdı. Her küfesinde başka bir meyve olan seyyar manavlar şenlendirirdi günü. Bununla kalır mı? Hallaçlar geçerdi pamuğun uykusuna sarınmak için. Rum balıkçılar, kollarına taktıkları sepetlerde ıslak bezle örterdi balıkları. Bileycileri nasıl unuturuz? Kocaman tekerleği ve o tekerleğe bağlı biley taşını döndürürken bıçaktan çıkan kıvılcımları da anmak gerek.

Komşular sonra… Romantik isyankârlar… Hülyalı delikanlılar… Ağlamakla utanmak arasında gidip gelen genç kızlar… Cumbada ya da kapı önünde köpüğü bol kahveler, üç vakte kadar çıkması ümidiyle derin nefesler çektiren fallar… Tereyağlı enfes yemekler. Bakraçta yoğurt elbette. Komşuluklar. Akşam gezmeleri…

Muzaffer Buyrukçu, evinden çıkıp bunları düşünürken 1945 yılının sonrasında başlayan dönüşüme de hayret ediyordu bir yandan. Aklında olan biteni çeviriyor, satılan evlere bakıp toplumsal yapıdaki çözülmeyi anlatıyordu kendine.

Sağını solunu otlar bürümüş bir hanın önünden geçerken karşılaştı Edip Cansever’le. Aynı anda ellerini uzatıp tokalaştılar. Bir arkadaşıyla buluşmak için çıkmıştı evden Muzaffer Buyrukçu.

Önce berbere uğrayacaktı Edip Cansever, sonra da Semih Balcıoğlu’nun sergisine gidecekti. Herkesin bir planı ve nedeni vardı sokakta olmak için.

Yalnız başına oturmaktan hoşlanmazdı Edip Cansever. Kalabalıktan hoşlanırdı. Olmadı iki üç kişinin çoğalttığı masalarda yalnızlığını yaşamak isterdi. Hani severdi de Muzaffer Buyrukçu’yu. O an belki de vazgeçti berbere ve sergiye gitmekten. Alttan girdi, üstten çıktı, Refik’e gidip iki kadeh parlatmak için ikna etmeye çalıştı Buyrukçu’yu.

Arkadaşına mahcup ve hatta rezil olmaktan çekinen Buyrukçu’ya yanıtı da hınzırcaydı: “Uydur bir şeyler. Hikâyecisin. Sancılandım, hemen eve döndüm, dersin. Tamam mı? Yüzüme bakma öyle hain hain.”

Cağaloğlu’ndan bir taksiye bindiler. “Denizi görmek istiyorum, sahilden gidin” dedi şoföre Edip Cansever. Yerebatan, Sultanahmet, Ayasofya… Yol boyunca konuşmadılar neredeyse. Buyrukçu, bir şeyler söylemeye çalıştıysa da Cansever tamamlatmadı cümlesini. Denizin sesini biriktirmek istiyordu belki de, esintisini çekiyordu ciğerlerine. Cebinden çıkardığı sigara paketine gizli saklı bir şeyler karaladı ve yan yana gelen sözcüklerden duyduğu mutluluk yansıdı yüzüne. Galata Köprüsü… Mavnalar, kayıklar, römorkörler… Az ötede ihtişamıyla Kız Kulesi ve Kadıköy uzakta bir serinlik gibi duruyordu. Galatasaray Postanesi’nin önünde indiler taksiden.  Ortalık kalabalıktı. Yürüdüler. İstiklal Caddesi’ndeki insan kalabalığından konuştular biraz. Yürüdükleri caddeyi kastederek,  “Sait Faik niye başka yerlere gitmiyordu? Mesela niye Aksaray’a inmiyordu?” diye sordu Buyrukçu.

“Burası kendi karekterine daha yatkındı. Burda algıladığı şeyler başka yerlerdekinden daha çoktu. Çalışma alanı olarak seçmişti. Her yerde altın madeni yoktur. Burası Sait Faik’in altın madeniydi.” yanıtını verdi Edip Cansever.

Çiçek Pasajı’na girdiklerinde insan kalabalığının yüzlerine bakan Buyrukçu, gördüklerinden hikâyeler biriktiriyordu. Arka kapıdan Balıkpazarı’na çıkmadan hemen önce sigarasının külünü silkeleyen bir adam ilişti gözüne, aklına bir fıkra gelmiş gibi gülümsüyordu adam. Buyrukçu, bu fotoğrafı kaydetti aklının bir köşesine.

Sıcak İlişkiler kitabında anılarını bir bir anlatıyor Buyrukçu. Yer ve zamanın yanında konuşmaları da bir bir yazıyor hafızasına ve cümle cümle aktarıyor sayfalar boyu.

Edip Cansever, balmumlu balık yumurtalarını gösterdi. “Ne dersin, alalım mı?”

“Yemem ben” dedim ve aynı anda yüreğim kalktı.

“Japon havyarı alalım öyleyse” dedi, kahverengi, küçücük boncukumsu şeylerden meydana gelmiş vıcık vıcık bir yığını işaret etti.

Yüzümü buruşturdum, “Hele bunu üste para versen de yemem” dedim.

Küçümserce başını salladı, “Alışmamış ki ne olacak? Kuru fasulyeye ne dersin?”

“Bayılırım” dedim, “Hele yanında bir de pilav olursa…”

Refik’e girdiklerinde Ece Ayhan ile Önay Sözer’i konuşmaya dalmış halde buldular. Selahattin Hilav karşıladı onları. Günün ya da günlerin konusu Şadi Alkılıç davasıydı. Daha önce “Harp okulu davası”ndan yargılanmıştı Alkılıç ama bu defa durum başkaydı. Cumhuriyet Gazetesi’nin açtığı bir yarışmada yazdığı yazıda komünizim propogandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp yargılanmış ve ceza almıştı. 60’lı yılların sonunda kesinleşen ceza herkesi bir araya getirmiş Edebiyatçılar Birliği, avukatlar, akademisyenler ve daha nice meslek grubu bu davaya karşı seslerini yükseltmekteydi.

Yüz yirmi avukatın üstlendiği Şadi Alkılıç davasına ilişkin, o akşam Refik’te, “Kapitalizmin bir özelliğidir bu.” dedi Selahattin Hilav. “Rejim her yönden çökmeye yüz tuttu mu, çıldırır, özgürlüklere el atar, kendini yok etme olanaklarını kendisi yaratır. (…) Şimdi yalan yanlış propogandalarla uyuttukları halkın gözünde suçlu bizleriz, biz memleketi içten yıkıyoruz… Ama halk bu oyunu anlar da onları suçlamaya, bizleri savunmaya başlarsa, kazandık demektir.”

Gökyüzü Buyrukçu’nun da Cansever’in de eski gökyüzü elbet. Ama şiir öyle demiyor:

“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile”

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Vergide sahte sefer

Vergide sahte sefer

Maliye Bakanı Şimşek’in servet sahiplerinin vergi ödememesine tepkiler üzerine ilan ettiği “vergi denetimi seferberliği”nden koca bir hiç çıktı. Müfettiş yetersizliği nedeniyle şirketlerin sadece yüzde 2’si denetlendi. Sınırlı denetimde bile kaçırıldığı tespit edilen vergi tüm şirketlerin ödediği kurumlar vergisinin yarısına erişti. Vergi yükü her zaman olduğu gibi bordro mahkumu emekçinin sırtında kaldı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Suriye’de Aleviler hem katledildiler hem de “Esed artığı”, “mezhepçi fitne”, “provokatör” gibi suçlamalara maruz kaldılar.

Evrensel'i Takip Et