Şiiri kim öldürebilir ki?
“Ölüm gelecek, senin gözlerinle bakacak.” demişti Cesar Pavese. “Yazmayacağım, artık eylem!” diyerek de bu yeryüzünü bırakmıştı. “Bir şairi ölüme götüren düş kırıklığı ne olabilir ki?” diye sormayacağım. Dünyanın kötülüğünün ayırdında olan şair, bir hayale hayal kırıklığı gibi bağlanıyorsa bekleyen son ölüm oluyor onu. Öz kıyımla ya da direnmeyle...
Bana ne başkasının ölümünden demeyen şairler daha tez çalıyor ölümün kapısını. Ağır geliyor dünya onlara. Başka nedenler de var kuşkusuz bu yolculukta ancak kalbi ağır gelmişse şaire, hayat başka yol bırakmıyor ona gidecek. Attila Jozsef, Vladimir Mayakovski, Sergey Yesenin, Sylvia Plath, Paul Celan, Soysal Ekinci, Nilgün Marmara gibi...
Bu yazı, bir ölüm güzellemesi olmayacak elbette ama şairlere kızmayalım, iplerini kendi çekti, hançerini kendi biledi diye. Bu acımasız dünyadan başka çıkış yoksa ne kalır ki elde avuçta gitmekten öte. Kırılganlıklarını anlamak gerek onların. Umutsuzluklarını, umarsızlıklarını, yalnızlıklarını, hezeyanlarını...
Bu çatışmalar yer altı suyu gibi akıp durur şairlerin ruhlarında. Dünyayı taşımak amansız, çetin bir yüke dönebilir. O zaman gelsin melankoliler, iç çekmeler, kahırlanmalar... Ama şair bilmelidir kara günün kararıp kalmayacağını, gözünü dayadığı ufuk, şafağın aydınlığıdır. Şiir direnme günlüğü olmalıdır onun. Bu umutla baktığında dünyaya her şey daha aydınlık, daha sonsuz.
Şiirin düşmanları, şairin katilleri her zaman, her çağda dikmiş kulaklarını gözlüyordur şiiri ve şairi. Şiir, her seferinde pırıl pırıl çıkar bu kıyıcılıktan. Barışa ve insana inandığı için. Bunun için Pablo Neruda’yı dinleyelim. Şili’nin o çakıl taşı gibi ışıklı sözcüklerinin şairini.
“Şiir, her zaman için barışın bir parçası olmuştur. Şair, barıştan doğar. Tıpkı ekmeğin undan doğduğu gibi. Kundakçılar, savaşçılar ve kurtlar, onu öldürmek ve parçalamak için şairi arar. Hüzünlü bir parkın ağaçları arasında, bir bıçak, ustası, Puşkin’i yaralayarak ölümüne neden olmuştu. Çılgın atlılar, Petöfi’nin cesedini çiğneyerek geçmişti. İspanya’da faşistler, ülkedeki savaşlarına en ünlü şairlerini öldürerek başlamışlardı. Rafael Alberti, her şeye rağmen yaşamakta olan bir şairdir. Onun için binlerce ölüm planlanmıştı. Bunlardan biri Granada’da olacaktı. Bir başkası Badajoz’daydı. Güneşin ışıdığı sevilla’da, küçük köyü Cadiz’de ya da Puerto santa Maria’da aradılar onu, bıçaklamak için, asmak için, şiirini öldürmek için.
Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar fakat o, bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.”
Böyle diyor Neruda. Şiiri kim öldürebilir ki? Faşist Pinhoche’nin Sosyalist Allende’yi öldürttükten sonra Allende’nin yoldaşı Neruda’yı da zehirlettiği anlaşıldı. Şiirini öldürebildi mi onun?
Hangi diktatörün gücü yeter direnen şiiri yeryüzünden silip süpürmeye. Tahtlar, taçlar devrilir; şiir bir değirmen taşı gibi döner durur bu yeryüzünün ortasında. Çürümez iyi şiir. Neruda’da bunu söylüyor. Baskılar, ölümler, kıyımlar şairi şiirden, onun masmavi umudundan alıkoyabilir mi? Öyle olsaydı dünyada şiir mi kalırdı?
Şairler öldürülür, şairler kendi canlarına kıyabilirler ama onların şiirleri yine Neruda’nın deyişiyle “Yeryüzünde Konaklama”nın hüzünlü tutkusunu taşır bu kunt, kaba yeryüzüne. Şairlerin konuklukları sonsuzdur. Şiirleri onlardan çok yaşar çünkü. Sonsuz yeryüzü savaşçılarıdır onlar.
Bunun için “Savaşçı ve Şair”diyoruz Küba Devrimi’nin ateşleyicisi Jose Marti’ye. Fidel Castro’ya, Che Guevara’ya devrimin kıvılcımını o vermişti. İspanyollara karşı ülkesinin bağımsızlığı için savaşırken Küba’da Dos Rios düzlüklerinde öldürülmüştü. Che gibi... Marti’nin şiirleriyse yaşıyor.
Fransız Şair Rene Char, Yüzbaşı Aleksander adıyla Nazilere karşı savaşmıştı. Yunan Şair Yannis Ritsos, sürgünden gün yüzü görmedi. O sürgünler olmasa “Yunanlıların Destanı”, o soylu şiir, olur muydu? Bizim Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı gibi...
İster kendi seçsin, ister el yazısı olsun, şair için ölüm bir direnme günlüğüdür. Ülkesinin karanlığını gören şairler, şiiri bu günlüğün önsözü saymalıdır. Bu üzgün ve yaralı ülkenin şairlerine şimdi daha fazla yazmak düşüyor. Şiir bir tanıklıktır da çünkü.
Bu karanlık günler, şairlerin dizeleriyle biraz da olsun ışıyabilir, halkın umudu yeniden yeşerebilir. Barış için sözcüklerin gücüne daha fazla inanmamız gereken zamanlardayız. Hele her gün şehirlerden, dağlardan, kırlardan bunca ölüm haberi gelirken...
Jose Marti’nin “Basit Şiirler”inden bir bölümle Castro’ya da selam gönderelim:
“Aynı yalınlıkla ölmek isterim
Kırda bir çiçek gibi sakin, gösterişsiz.
Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde
Yeryüzü uzansın altımda sessiz.
Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim
Varsın hainler gizlensinler soğuk bir taş altında
Dürüstçe yaşadım ben; karşılığında
Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.”
Evrensel'i Takip Et