Tehdidin yüksek frekansı bir güç müdür?
Fotoğraf: Envato
R. T. Erdoğan’ın, Bekir Bozdağ’ın Nazi ve faşist suçlamalarının ardısıra dizilen AKP sözcülerinin, Alman ve diğer Avrupa hükümetlerini aynı doğrultuda suçlamaları ya da tersinden bazı Avrupa ülkeleri yöneticilerinin Erdoğan ve hükümetinin Avrupa’daki faaliyetlerine karşı açıklamaları, spekülatör gazeteciliğin gösterdiğinden farklı olarak “gündeme bomba gibi“ düşmedi; ancak, varolan ve süren gerginlikleri daha da fitilleyici işlev gördü. Kuşkusuz ne ambargodan sözeden var ne de ekonomik yaptırımlardan! Ne ikili ve çok yönlü anlaşmaların iptalinden ne de fiili ve vesayetçi çeteler eliyle bölgede sürdürülen savaştaki emperyalist-gerici işbirliklerine son verilmesinden sözediliyor. Bu kadar da ileri gidilmiyor, yani bir bakıma “mutedil“ler. Alman yöneticilerin, özellikle kamuoyundan gelen tepkiler nedeniyle “6 bin Türk casus“tan ve “imam casuslar“dan şikayetçi oldukları doğrudur ama, Alman ya da başka ülke yöneticilerinin Türkiye’nin tüm milliyetlerden emekçilerinin demokratik haklarını savunma diye bir dertleri bulunduğunu düşünmek için fazlasıyla avanak olmak gerekir. Burjuva yönetimler, demokratik hakları paraya tahvil etmişlerdir, ve Alman yönetiminin mülteciler gelmesin diye Kürtlere karşı katliam politikaları başta olmak üzere Erdoğan iktidarının emekçilere yönelik saldırılarını sessizlik politikasıyla desteklediklerini kanıtlamak için uğraş gerekmiyor. Sorun da bu değil! Ama özellikle Türk yönetiminin gerginliğe, düşman imajına ihtiyacı var ve artmış durumda. Bundandır ki, Erdoğan ve hükümetinin yetkilileriyle birlikte MHP’nin şoven milliyetçilikte birbirleriyle yarışan taraflarının sözcüleri de salvo atışı sürdürüyorlar. Daha yüksek frekanstan hakaret edenin, daha fazla bağıranın kazançlı çıkacağı sanısıyla tehditler giderek sertleşiyor. Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın “Nazi“ suçlamasını desteklemek üzere, birlikte Almanya’yı dolaşıp milli galeyanı yükseltmekten sözettikten sonra, hükümet üyelerinin Alman kentlerinde propaganda mitingleri düzenleyerek Türk kökenli emekçileri kendi aralarında ve yine onlarla Alman ve diğer uluslardan emekçiler arasındaki yakınlaşmayı sabote etme girişimleri karşısında alınan “yasakçı“ tutuma değinerek, Almanya’yı "ifade özgürlüğüne gem vurmaya çalışmak"la; terörü desteklemekle suçladı ve bir de dozajı yüksek tehdit savurdu: “Türkiye kaynarsa Berlin yanar, Londra kaosa yatar!“
Bu gerginlik, bu telaş ve bu tehditler gösteriyor ki, Türk devlet iktidarını, bütün yönetim yetkilerinin aşırı derecede merkezileşmiş otokratik-oligarşik yeniden düzenlenmesi aracıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında birleştirilmesini öngören 16 Nisan referandumu, sadece ülke içinde değil uluslararası alanda ciddi bir sorun haline gelmiştir. Onaylandığında, iktidar iplerini ellerinde tutanın hoşuna gitmeyen ya da devlet politikalarına itiraz eden her kim varsa, onlara suskuyla boyun eğiş ya da zindanda ömür tüketmek veya idam ipi tehdidi altında tutulmak arasında seçim dışında seçenek bırakmayan yeni Anayasa taslağına destek için hazinenin tüm kaynaklarını; yargıçları, polis ve askeri, muhtar ihbar teşkilatını, tekel gazeteleri ve televizyonlarını seferber etmenin yetmediği görüldüğünden, “iç ve dış düşman“ propagandasını daha da yoğunlaştırmaya; işi başka ülkeleri karıştırma tehdidine vardırmaya ihtiyaç duyuluyor.
Erdoğan ve hükümetlerinin yöneticileri bu konulardaki yeteneklerini onbeş yıllık iktidarları döneminde yeterince kanıtladılar. R. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere devletin en üst düzeydeki yöneticileri sadece ülke halkının on milyonları bulan kesimini “dış güçlerin oyununa gelmek“le, “hainleri ve teröristleri desteklemekle“ suçlamadılar; yanısıra bazen “Ey Amerika!“, bazen “Ey AB!“ diye başlayan ve “Sen kimsin ya sen kimsin!“ diye uluslararası politika ve ilişkiler alanında, bu ilişkilerin diplomatik düzeyde devam ettiği koşullarda ancak alaya alınabilir ve baş vuran tarafın ciddiyetini ve ağırlığını tartışılır kılan “avcı“ politikası uygulandı. Önemli olan Türkiye’de kendilerini “milliyetçi ve muhafazakar“ olarak tanımlayan halk kitlelerini “Türk’ün büyüklüğü ve Reis’in kudreti ve cesareti“ne hayran bıraktırarak avlamaktı. Bunu önemli oranda başardılar. Milliyetçiliğin başlıca malzemesi olduğu muhafazakar sağ popülizm ve din istismarcılığının dünya düzeyinde yeniden ivme kazanmasından fazlasıyla nasiplendiler. Başını Amarikan emperyalizminin çektiği ve Suudi Krallığıyla Körfez sultan ve kırallarının petrodolarları akıttıkları düşünce ve “inanç“ devşirmeciliği, işsizlik, açlık, yoksulluk, hak ihlali, baskı ve yasakların yol açtığı öfke ve tepkilere karşı bir tür paratoner işlevi gördü.
Ama artık bir yere gelinmiştir: Artık toplumsal gerçekliği sadece sağ popülizmin tuzağına düşen yığınların büyüklüğü/kalabalıklığıyla açıklamak mümkün değildir. Tersinden bir gelişme şurada burada, işçiler, gençler, kadın kitleleri ve aydınlar içinde görünür hale gelmiştir. Trump’ın, Avrupalı faşistlerin, Suudi gericiliğiyle Siyonist iktidar çetelerinin ve şoven milliyetçi-başka halklara düşman- ve din bezirgânı Türk iktidar zümresinin kitle manipülasyonunu siyasal zor ve şiddetle takviyeye daha fazla gereksinim duymalarının nedeni de budur. İster burjuva demokrasili ülkelerde(bu demokrasi tekel demokrasisidir, halk kitleleri açısından diktatörlüktür, ama faşist barbarlıktan da farklıdır ve çeşitli burjuva demokratik haklar hala kullanılabilmektedir) isterse antidemokratik gerici, monarşist kralcı ve faşist, faşizmi yeniden inşaya soyunmuş, veya şeriat kanunlarıyla tekelci sermayenin azgın çıkarlarını faşist bir iktadar altında birleştirmeye çalışan burjuvazinin en saldırgan temsilcileri olsun, gerginlik artırıcı politikalara bu bakımdan da daha fazla ihtiyaç duyuyorlar.
Almanya ve Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkeleri yöneticileriyle bir monologu da andıran atışmalar, “Nazi politikasını sürdürüyorsunuz“; “bu faşizmdir“ suçlamaları bu bakımdan, güç gösterisi görünümü ardındaki güçsüzlük gerçekliğiyle; kaybetme korkusundaki büyümeyle ve kuşkusuz kitle dayanağında başlayan çözülmeyi engelleme çabasıyla da bağlıdır.
Alman vatandaşı da olan bir gazeteciyi sadece yaptığı haberler Erdoğan iktidarının çıkarlarına hizmet etmiyor diye “terorist“ ve “ajan“ suçlamasıyla hedefe koyanların, kendi bakanlarının Almanya’da Türk milliyetçiliği ve İslamcılığı temelinde propaganda yürütmelerine çıkarılan engel karşışında hemen faşist ve Nazi suçlamalarına yönelmeleri, televizyon izleyen, ya da azçok gazete okuma kültürü olan herkesi, “kim kimi nasıl ve niye suçluyor, suçlayıcıların kendileri kendi ülkelerinde insan hakları, söz, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü“ başta olmak üzere kimin-hanği ülke yönetimlerinin “demokrat“, hanğilerinin faşist ya da Nazi sevdalısı oldukları üzerinde düşünmeye sevkedecektir.
Aşırı Türk milliyetçilerinin “Nazilik“le suçladıkları Almanların aşırı milliyetçilerinin, “Hitler sokırımcılığı ve katliamcılığı Osmanlı-İttihat Terakki ve Kemalist Türk yönetimlerinden öğrendi; onlar Ermenileri ve Kürtleri kırdılar!“ diye karşı savunu ve saldırıya geçmeleri, şoven milliyetçiliğin içerdiği tehlikeyi işaret eder. Milliyetçilikle oynayanlar halkları yıkımın lav dalgalarına sürmek için başkalarına düşmanlık duygularıyla galeyana getirmeye çalışırlar.
Bu tuzağa düşmemeye en fazla işçi ve emekçilerin ihtiyacı vardır. Gerginliklerin, etnik-milliyetçi; dinci-mezhepçi çatışmalarda kırılanların en azından %99’u bu kesimlerden olmaktadır. Özellikle günümüzde olduğu gibi, başlıca emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin kızıştığı, karşılıklı güç gösterilerinin yoğunluk kazandığı, silahlanmaya ve savaş tekellerine yatırımların arttırıldığı, eski bloklaşmaların bir kısmı çatırdamaya başlamışken başkalarının yeniden oluşturulmasının henüz tümüyle netlik kazanmadığı, Ortadoğu-Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya’nın en önemli gerginlik alanları olarak öne çıktığı bu dönemde, halkların karşısına çıkarak “Büyük millet, büyük ülke olma“nın koşulunu savaş ve gerginliklerin kışkırtılmasında gösterenler, halklarını ve başka halkları felakete sürükleyenlerdir. Onlara kanmamak, onların kurdukları tuzağa düşmemek; baskı ve yasakların her türüne karşı çıkarken, kudurmuş faşist zorbalık rejiminin kurulmasına güç vermemesini bilmek, halkların, ezilenlerin, sömürülenlerin, baskı ve zorbalıkla susturulmak isteyenlerin almaları gereken tek tutumdur. Irkçılık, şovenizm ve gericilikte yarışmak hiçbir işçi ve emekçinin, hiçbir halkın yararına olmamıştır ve olamaz.
Faşizme, gericiliğe, şovenizme, halkları birbirine kırdırma politikalarına, tiranlık rejimine, hak ve özgürlüklerin tümüyle gaspına HAYIR!
- Kaosun geniş mezarlığı 12 Aralık 2024 05:20
- ‘Suriye pastası’ ve duvarların dışına bakmak! 05 Aralık 2024 06:50
- Değişim; nasıl ve hangi yönde? 28 Kasım 2024 06:45
- Kürtçe eğitim Türkiye’yi böler mi? 14 Kasım 2024 04:52
- Bahçeli’nin çağrısı Kürt gerçeğinin neresinde? 07 Kasım 2024 05:41
- Sorun yoksa, telaş niye? 31 Ekim 2024 06:54
- Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası 24 Ekim 2024 12:47
- İktidarın ekonomi kriterleri 26 Eylül 2024 05:56
- Vicdansızlık! 19 Eylül 2024 05:15
- Derin ve lağımlı bataklık! 12 Eylül 2024 05:58
- Sağın gücü ve işçilerin ‘kör noktası’ 05 Eylül 2024 05:28
- Malazgirt, Bahçeli, HÜDA PAR vs. 29 Ağustos 2024 05:40