Referandum öncesinin en meşhur hayırlı filmi, birkaç ay öncesine dek pek bilinmeyen No oldu. Pablo Larraín’in Şili’de Pinochet cuntasının 15. yılında yapılan referandumun reklam kampanyasını konu alan filmi, özellikle afişindeki gökkuşaklı logosuyla çok paylaşıldı. Aslında ne cuntayı, ne referandumu anlatan bir film sayılırdı, bunlara televizyondaki hayır kuşağının kurmaca hikayesini anlatırken değiniyordu. O sebeple reklamcıyı “hayır kampanyasının mimarı” diye adlandıracak bir yanlış anlamaya mahal verdi, hayır sonucunun da reklamdaki mesajın olumsuzdan olumluya çevrilmesiyle sağlandığını sananlar oldu belli ki. Filmler bazen bir olayın bir yanını anlamayı kolaylaştırıyor, var olsunlar, ama meselenin geri kalanını görmezden gelinmesinin müsebbibi de yine onlar mı?

Şilili Yönetmen Larraín, No’ya kadar yine Şili toplumsal tarihinden esinlenen ama deyim yerindeyse daha “mikro” konulara odaklanmış, Tony Manero ve Post Mortem gibi filmleri çok daha az popüler olmuştu. Bu üçlemenin son filmi No’dan bu yana hem daha yaygın olarak izlenebilecek filmler üretti, hem de mesajlarının daha da altını çizdi. Neruda, Katolik kilisesinin tacizci din adamlarının kulübünü anlatan TheClub’dan sonra (onun yazarının elinden), “rahmetli başkan” Kennedy’nin ölümünün ardından eşini konu alan Jackie’den önceki filmi. Adı Şili ile özdeşleşmiş şairin 1948’de senatörlüğünün düşürülmesi, kaçak yaşaması ve sınırı geçmesi döneminde geçen bir hikaye anlatıyor Neruda

Neruda 1947’de senatör seçilmiş, seçildikten sonra komünist partiye katılmıştır, filmde kronoloji belirtilmese de. Film, senatoda yapacağı “Suçluyorum” başlıklı ünlü konuşmasının hemen öncesinde başlar. Neruda diğer senatörlerle şakalaşır, laf atar, gider etkileyici bir konuşma yapar. Oradan sosyeteyle, sanatçılarla içip eğlendiği doğal ortamına döner. Haber burada ona ulaşır, yeraltına inilecektir. (Başkan Videla, partiyi yasaklayıp, Neruda’nın ve komünistlerin peşine düşecektir ama film bu faşist baskı ve direnişin şairle ilgili kısmına odaklanır, yani neredeyse sadece şaire saklanması ve kaçmasında yardım edenleri görürüz.) Neruda eşiyle partinin bulduğu bir evde saklanır. Orada yazmaya devam eder, şiirleri işçiler arasında okunur. Polis Dedektifi Oscar, Neruda’yı takip eder. Neruda onu atlattıkça şairi daha da takıntı haline getirir. Birbirini görmeyen şair ve polis arasında ilginç bir bağ oluşur. Ülkesi Şili’de de, dışarıda da, tanınan ve hakkındaki takibatın izlendiği şair, dağların arasından ülkeyi terk eder. 

Filmdeki Neruda, bunun büyük bir kovalamaca olmasını istiyor, hatta kovalamacanın bir şekilde herkesin işine geldiği ima ediliyor. Gerçeğe uygun yerleri var ama belli ki kurmaca çoğunlukla hakikatin önüne geçiyor. Oscar karakteri gerçek mi, filmin hayali mi, yoksa Neruda’nın mı derken, Neruda’nın ne kadar gerçek olduğu sorusu ortaya düşüveriyor. Kurmacaya dair zekice bir tartışma çıkıyor. 

Neruda, ünlü şairin hayatını ya da bir dönemini anlatan bir film değil, daha çok bu yeraltında saklanma ve kaçış dönemiyle ilgili olarak oluşan Neruda mitiyle ilgili bir film. Neruda’nın dillerdeki direnişçi imajıyla eğlenen, sevişen, tartışan, kibir taslayan, genelevde şiir okuyan insanı karşılaştırıyor. Yönetmenin komünist ya da solcu olmadığı da bilindiğinden, filmin Neruda’yı ya da komünistleri karalayıp karalamadığı bir tartışma yarattı. Aslında filmden anlaşılan, komünistlere sempati beslemediğinin açık olması ancak amacın saldırı olmadığı. Picasso’nun ağzından verdiği “Neruda iki yıl yeraltında direnişi örgütledi, köprü altlarında yattı” gibi sözlerin gerçeği yansıtmadığını gören seyirci, yine de Neruda’nın direnmediğini, güçlük çekmediğini, yanlış yaptığını düşünmeye yönlendirilmiyor. İçinde efsaneleştirme, kurmaca, abartı olsa da, bu bir direniş hikayesi, Neruda bazen kibirli, şımarık, eğlenceye düşkün olsa da bir direnişçi, apaçık ki. Şiirler yazmayı sürdürüyor, onlar da elden ele dolaşıyor, kalabalıklara okunuyor, umudun ve kavganın sesi oluyor. 

Evrensel'i Takip Et