16 Mart 2017 01:00

Provokasyon rantı

Provokasyon rantı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Burjuva yönetim politikalarının unsurlarından birinin de, provokasyon ve şantaj olduğu, son onbeş yılın Türkiyesinde o denli açıklık kazandı ki, tüm devlet organizasyonunun Erdoğan ve partisinin tekelinde yeniden şekillendirilmesini öngören diktatörlük yasasının “referanduma götürülmesi“ gündeme geldiğinde, ülkenin ve halkının yeni büyük provokasyonlarla karşıkarşıya gelme tehlikesinin arttığını söyleyenler büyük bir artış gösterdiler. Kaygı artırıcı olaylar birbirini izliyordu. Suriye ve Irak başta olmak üzere bölgede izlenen yayılmacı politika, Rojava Kürt bölgesine karşı sürdürülen saldırganlık, içeride hak ve özgürlük mücadelesine karşı terörist baskı, yüzellibine yakın kişinin darbeci-terörist suçlamasıyla görevden alınması, on binlercesini tutuklanması, bir bölümünün mülklerine el konması başlı başına gerginlik, çatışma ve hatta yeni silahlı darbeleri davet eden bir politik yönetim çizgisinin göstergeleriydi. 

Ancak, 7 Haziran 2015 seçimlerini gayrımeşru şekilde iptal ettirip “iktidarın yanında yer alın yoksa ülke bölünür, içerideki hainlerle bütün dış güçler bize karşı birleşti“ propagandasıyla ve HDP ile onu destekleyenlere karşı polis-asker-bomba-sabotaj çizgisi izleyen bir yönetimin, “Referandum“da  daha etkili provokatif  bir çizgi izlemesi de, güçlü olasılıktı. 7 Haziran yenilgisini savuşturmak için tertipledikleri 1 Kasım seçimlerine gidilirken, devlet kontrgerillasının tırmanmasında özel bir rol üstlendiği çatışmaların ve yüzlerce kişinin katledilmesine neden olan bombalamaların kendilerine oy kazandırdığını o dönemki başbakanlarının ağzından açıkça ilan etmekten çekinmeyen bir yönetimin, şimdi çok daha fazla sıkışık durumda olduğu bir dönemde aynı çizgiyi daha da pervasızca sürdürmesi beklenen bir durumdu.

İktidarın dayattığı yönetim biçiminin yığınların büyükçe bir bölümü tarafından reddedilme olasılığının güç kazanması, şöven milliyetçi söyleme; bunu beslemek üzere provokasyon politikasına hız kattı. Bütün dış güçlerle savaşan büyük Türkiye imajına daha fazla sarılmak için, “Eyyy Almanya sen Nazi geçmişine döndün!“ söylemiyle “dış düşman“ın slüetine işaret edildi!

Şimdi görülen şu ki, Almanya ve Hollanda ile yaratılan “kriz“lerin “Referandum getirisi“ üzerine yüzde hesapları yapılarak sürdürülen tartışmalar en azından “Reis’in başkanlığı“nın önündeki “HAYIR“ engelinin aşıldığı görülene dek sürdürülecektir. İktidar sözcüleri, giriştikleri “diplomasi savaşı“nın “haklı tarafını oluşturduklarını“ ileri sürerek Avrupalı burjuva şeflere “demokrasi ve insan hakları“ üzerine ders vermeyi sürdürdükçe, “seçim rantı“nı “milli değer“ etiketiyle kitlelerin beyinlerine şırınga etme ve onları böylece esir alma yüzdesini yükselttiklerini görüyor ve  bir süre için de olsa tüm dikkatleri “bizi aşağılamaya çalışan ve milli gururumuzla oynayan dış düşmanlar“a yönelterek işsizliği, yoksulluğu, ülke kaynaklarının yağmasını, baskı ve terörü örtmeyi; sosyal-iktisadi ve politik taleplerle mücadeleye karşı terörist baskı politikasını unutturmayı ve ırkçı-faşist ve yobaz diktatörlüğünü engelsizce gerçekleştirmeyi hesaplıyorlar. Hazır fırsat yakalamış ve ek bir malzeme bulmuşken, “Türkiye’nin, Türk milletinin gücünü göstermek“ gibi, şovenizmin şahikası bir söylemi onca öne çıkarmaları bundandır. Yönettikleri ülkede, ülkenin ve bütün halkının başına bir diktatör dikilmesini istemeyenlere karşı, onlar isterse sağcı-milliyetçi ve İslamist olsunlar, vatana ihanetle ve teröristlerle işbirliğiyle suçlama, yabancı ülkelerin casusu olarak işaret edilme gibi daha ne kadar kötülük işaret eden  sözcük ve cümle varsa onunla itham ederek yasak, gözaltı, saldırı, tutuklamalarla susturmaya çalışırken, başkalarını “demokrasi düşmanı“-“faşist!-“Nazi geleneğini sürdüren“ler olarak suçlayacak denli de açıkgöz-uyanık politikacıları oynuyorlar. Bu arada ama,“ulusal onur-gurur“ işleri ve “dış düşman“ söyleminin ve bunun üzerinden yaratılan ek gerginliklerin nedeninin “evet oylarını çoğaltmak olduğu“ da itiraf ediliyor. AB ile ilişkilerden sorumlu bakan Ö.  Çelik, “Evet çıkarsa“ diyor, “herkes pozisyonunu ona göre alır..“  “Ulusal onur“ böylece seçim “ruleti“nin oyuncağına dönüştürülüyor.

Kuşkusuz, “Başkumandan Erdoğan“ yönetimindeki Türkiye, Almanya ve Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerine, AB‘ne savaş açmıyor. Böylesi bir durum yok ve ulusal seferberlik de bunun için değil! Türkiye’nin ve “Türk’ün büyüklüğü“ üzerine  hamasetin de “ulusal onurun korunması“ güdüsü ve duygusuyla ilişkisi bulunmuyor.  Burjuva yönetim açısından şoven milliyetçiliğe benzin taşımak, ruhunu ve beynini köleleştirerek kendi etrafında kulluk ideolojisiyle sürükleyeceği yığınsal bir kitle desteğini hazır tutma amaçlıdır. Türkiye bu bakımdan oldukça verimlidir ve iktidardaki güç bunu herkesten çok daha iyi bilmektedir. Kitlelerin önemli bir bölümünü yandaş olarak diken üstünde tutulduğu sürece, içeride ve dışarıda “kovboy jargonu“ sürdürülebilir; rantı da yenebilir; anlayış budur! 

Uluslararası alanda izlenen şantaj ve tehdit politikası hem bu iç getiriyi beslemekte hem de sürüp gitmekte olan pazar kavgasında paysız kalmama olasılığı üzerine hayelleri canlı tutmaktadır. 

Bu bakımdan şu birkaç nokta nettir:

a-) Türkiye gibi bir ülkeye bu yapılamaz diyenler, Türkiye’nin burjuva yönetimleri eliyle uluslararası alanda her türden aşağılanmaya layık bir ülke konumuna düşürüldüğünü görmelidirler. Aşağılanmak bağımlı olmaktan soyutlanamaz. Bağımlılıktan ve aşağılanmadan kurtulmak için sermaye iktidarı ve hakimiyetinden kurtulmak gerekir.

b-) Avrupalı hükümetlerle burjuva-emperyalist politikacıların Erdoğan yönetimiyle yaşadıkları sorunların nedeni bu ülke yöneticilerinin insan haklarına ve demokratik özgürlüklere bağlı olmaları değildir. Türkiye’nin demokratikleştirilmesini “demokratik Avrupa“nın girişimleriyle bağlı görenler bu bakımdan ciddi yanılgı içindedirler.

c-) Milliyetçi şövenizm ve onun faşist politikanın bir argümanı olarak daha fazla kullanılması uluslararası bir gelişmedir ve bu tür gelişmenin olduğu ülkelerde burjuva kesimler de dahil olmak üzere buna karşı olanlar vardır. Ne sermaye, ne burjuvazi ne de burjuva politikacıları yek vücut değillerdir ve olamazlar. Hitler-Mussolini faşizmi türünden politikaların ve bunları savunan partilerin güçlenmesini istemeyen çevrelerin, aşırı milliyetçi ve gerici politikaları kışkırtan faaliyetlerden rahatsızlık duymaları mümkündür.

d-) Nazi politikasının başlıca özelliklerinden biri de aşırı milliyetçiliğiydi. Türkiye’yi yöneten sermaye partileriyle hükümetleri aşırı milliyetçi şoven hezeyanlardan hiçbir dönem azade olmadılar. Kürtlere karşı sürdürülen şoven inkarcılık ve bastırma politikası bunun tek kanıtı değildir. Alman emperyalizmiyle işbirliği bir Osmanlı-Türk politikası olarak süre geldi. Faşist komandolar Alman G-9 tarafından eğitildi. Alman savaş sanayinin en iyi müşterilerinden biri de Türkiyeyi yönetenler oldular. Türkiye kökenli göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelerde Türk yönetimi aracıyla milliyetçi temelde örgütlenmelerini kışkırtan politika, karşı milliyetçiliği de kışkırtarak emekçilerin ulusal-etnik kökenlerine göre bölünmelerine hizmet ediyor.

e-) Burjuva yönetimlerin karşılıklı “güç gösterisi“nden işçi ve emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur. Aksine, herbir ülkenin halkı açısından, kendi ulus kökeninden olmayana karşı kinlenmek ve fakat kendi burjuva hükümet ve devletlerinin çıkarlarına alet olma gibi büyük bir tehlike söz konusudur. Türk burjuva sözcüleri, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenlileri(Türk-Kürt ve diğer), bulundukları ülkelerin yerli emekçileri başta olmak üzere diğer uluslardan işçi ve emekçilerle karşı karşıya getirdiklerini biliyor ve bu kalpazanlıktan yarar umuyorlar. Onları birarada yaşadıkları diğer uluslardan insanlarla çatışmalara sürükleyerek görünürde ve lafızda karşı olduklarını söyledikleri Wilders, Le Pen türü faşistlerin güç kazanmasına yardım ediyorlar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa