19 Mart 2017


Özgür ve işini doğru yapan bir medya demokratik toplumun vazgeçilmezidir. Neden, çünkü soru sorar, sorgular, tartışmaya açar. Liberal bakış açısının gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı tartışmalı bu savının en azından asgarisine ihtiyaç duyar haldeyiz. Geçtiğimiz haftayı Türkiye-Hollanda arası siyasi gerginliği izleyerek ve sonuçlarını tartışarak geçirdik. İktidarın, özellikle de Erdoğan’ın söylemlerinin ve ondan beslenen medyanın manşetlerinin, ne kadar pervasız olunabileceğini gösteren örnekler olarak tarihe geçeceğinden kuşku yok. Gerginlikte Avrupa’da yükselen ırkçı siyasetin etkisi aşikar olsa da ‘işler düzelir yarın unutulur’ savı tartışılır.

Öncelikle Avrupa’nın referandum süreci için muhatap alınacak bir muhalefet olarak ortaya çıkması Hollanda’nın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ziyaretini engellemesi ile başlamadı. 15 Temmuz’dan beri Avrupa’dan aradığı desteği bulamayan iktidar zaman zaman sitemini dile getirmekte, mülteci anlaşmasını bir koz olarak kullanmaktaydı. Referandum kararı alındıktan sonra ise acil bir “düşman” ihtiyacı doğdu. İlk olarak Yunanistan denendi, Kardak’a saçma bir hamle yapıldı, sonuçları zar zor toparlanıp, örtbas edildi. ABD’ye bulaşılacak zaman değil. Dümen yeniden içeriye kırıldı, CHP iktidar söyleminin peşine takıldığından sonuç alınamadı. Doğan Grubu denendi, birkaç gün idare etti ama onlar da CHP stratejisi izlediğinden dişe dokunmadı. “Karargah rahatsız” geriliminin hemen ertesinde mart başı aranan düşman Star gazetesi manşetinde Deniz Yücel’le vücut buldu. Gazete, Die Welt muhabirini “Gazeteci değil PKK tetikçisi” başlığıyla hedefe koydu. Yücel’in tutuklanmasına Almanya’nın verdiği siyasetçilerin konuşmalarının engellenmesi tepkisi Posta gazetesinde dahi “Skandal” başlığı ile verildi. İktidar medyasının topyekün tepkisi elbette Erdoğan’ın Deniz Yücel’i daha yargılanmadan “PKK temsilcisi ve Alman ajanı” ilan etmesiyle manşetlere taşındı. Mart’ın 4’ünden itibaren Almanya “Hayır”ın kalesi olmuştu. En hızlı koşan ise Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’ye referans vererek “Almanya Hitler’in izinde” manşetiyle Yeni Akit oldu. 

Erdoğan’ın “Nazi” söylemini sahiplenmesinin ardından 6 Mart’tan itibaren manşetleri “Nazizm” ve “faşizm” karşıtı sloganlar sardı. Merkel, Nazi üniformasıyla photoshop’lanmaya başladı. O hafta boyu düşman Berlin, gerekçe Deniz Yücel’di. Avusturya’nın AKP siyasetçilerini engellemesi üzerine, çok kafa yorulmadan Sabah gazetesi “Avusturya’da ihanet valsi” manşeti attı. Cuma günü Rusya ile görüşme biraz rahatlatsa da Yeni Akit gevşemeyin sinyali veriyor ve Alman vakıflarını hedef gösteriyordu. Geçtiğimiz pazar yani 12 Mart’ta Hollanda ile kriz patladı. 

Almanya’yı Nazilerle, Avusturya’yı valsle vuran medya Hollanda’ya ne diyeceğini bilemedi. Elde en kullanışlı malzeme Geert Wilders’ti, o da faşizme eklemlendi. Hollanda’nın Nazizm’e direnişinin, Hitler’in politikalarından çektiği acının Erdoğan’ın pragmatizminde bir değeri yoktu.

İşine gelince Nazizm’e işine gelince Yahudilere düşman

Avrupa’nın en hassas noktalarından biri olan Yahudi soykırımının Erdoğan’ın söylemlerinde nasıl bu kadar kolay harcandığına biraz kafa yormak lazım. Türkiye’de orta eğitim müfredatında Yahudi soykırımı ve İkinci Dünya Savaşı en az yer verilen konular arasında. Özel olarak ilgilenenler hariç bu konudaki bilgilerin çoğu Hollywood filmlerinden edinildi. Dolayısıyla Nazizm’in Türkiye’de Avrupa’daki gibi bir karşılığı yok. Örneğin 2013’te iki genç, muhtemelen komik olduklarını düşünerek, Auschwitz’de Nazi selamı vermiş, sonra gözaltına alınmıştı. Popüler bir pop şarkıcısı İsrail’in Gazze saldırısını bahane ederek “Allah Hitler’den razı olsun, bunlara az bile yapmış” diyebildi. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının gündeme geldiği her durumda Türkiye’de antisemitizm hortladı. Merak edenler Hrant Dink Vakfının Ulusal Basında Nefret Söylemi Raporlarına bakabilir. Yahudiler muhafazakar medyada nefret söyleminin en istikrarlı hedeflerinden biridir.

Bununla birlikte Erdoğan uzun bir süre uluslararası ortamlarda İslamofobi’yi antisemitizmle birlikte anarak, benzerlik kurarak Müslümanlara karşı nefret söylemine savaş açtı ve böylece İslam dünyasında popülerliğini arttırdı. Başörtülü bir bakana yapılan uygulama tam da bu çerçevede İslam karşıtlığının vücut bulmuş hali olacak ve Nazizm’le benzerlik tamamlanacaktı. Bu pragmatizm Avrupa’yı şoke etse de asıl hedeflenen içerideki seçmenler olduğu için sorun edilmedi.

Referandum için yaratılan bu gerginliğin evet oylarına ne katkı sağlayacağı bilinmez ancak uzun vadede bakıldığında sonuçlarından en çok Avrupa’da yaşayan Türklerin etkileneceği kesin. Üstelik artık güvendikleri liderlerinin meşruiyeti de ciddi zarar görmüş durumda. Erdoğan, içeriye mağdur görünmek için uluslararası arenada ‘mazlumun sesi’ olma misyonunu feda etti. Sözde büyük mağduriyete karşılık alınan yaptırım kararları ise karizmasına zarar verecek denli cılız. Dahası “Bedel ödeyecekler” siyasetinde herkes el arttırma yarışına girdi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “…isterseniz size göndermediğimiz her ay 15 bin mültecinin önünü açalım da aklınız bir şaşırsın” dedi. Mağduriyet siyaseti yaparken başka mağdurları tehdit olarak öne sürmenin çelişkisini görememek ya da görülmediğini sanmak nereden baksak acınası bir durum.

Medya bütün bu çelişkileri ortaya serdiği vakit görevini bir nebze olsun yerine getirir, iktidarın kendisini sorgulaması için de faydalı bir durumdur. İktidar medyasında bunu fark eden, cılız da olsa ses çıkaranlar var. Şu bir ayda yaratılan ‘düşmanlara’ yönelik söylemlerin ortak noktası “bedel ödeyecekler”, hepsi için en az bir kez bu başlık atılmış. Medya dahil, hiçbir kurum tarihte kendisine yüklenen misyonu yerine getirip getirmediği sorgusundan kaçamıyor. Kısa vadeli çıkar peşinde koşarken itibar kaybı gibi uzun vadeli riskleri de hesap etmek lazım. Bu da bir bedel, üstelik gazetecilik açısından ağır bir bedel.

Evrensel'i Takip Et