Sayıklamalar
Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni ve Yazarı İbrahim Karagül, sadece iktidarın sınırsız destekçisi olma niteliği ile değil, aynı zamanda içeride ve dışarıda nasıl politika yürütülmesi gerektiğine ilişkin “katkılarıyla” da dikkati çeken bir figür. Bazen yazılarıyla elde kılıç cenge katılıyor, bazen dünyayı yeniden dizayn ediyor. Tabii bu işleri yaparken mevcut iktidarın yönettiği Türkiye’ye baş rollerden birisini veriyor ve onu ‘dünyanın yeni bir nizamın temel direklerinden birisi’ yapıyor.
Örneğin şu tespitler ona aittir: “Bugün Türkiye, dünyanın en güçlü on siyasi gücünden biridir... Tek başına bir Avrupa Birliği kadar siyasi nüfuza sahiptir.” Türkiye’ye bugün bu siyasi gücü ne sağlamaktadır? Karagül onu da şöyle açıklamaktadır: “Küresel ölçekte güç hareketliliği, rekabetler, çekişmeler, örtülü dünya savaşı, yeni bloklaşmalar, arayışlar Türkiye’ye inanılmaz bir hareket alanı sağlamaktadır.” (Erdoğan, dünyanın beş merkez gücü ile masada ne konuşacak (25 Nisan YŞ)
Buradan anlıyoruz ki bu “siyasi gücün” kaynağı dünyanın büyük güçleri arasındaki çelişki ve çekişmelerdir. Türkiye’yi yönetenler de bu çelişkilerden azami ölçüde yararlanma yeteneği gösterirlerse ülkeyi çok etkili bir siyasi güç haline getirebilirler. Açıkçası durum şudur; ülkeyi yönetenler hangi güce kendilerini nasıl pazarlayacaklar, çelişki ve çatlaklardan ne kadar istifade edebileceklerdir? Son dönem Osmanlı politikalarının bugüne uyarlanmış halidir bu düşünceler. Ne evde yapılan hesaplar çarşıya uymuş, dolayısıyla ne de Osmanlıyı dağılmaktan kurtarabilmiştir.
Bir ülkenin siyasi gücünün temeli onun ekonomik ve bunun üzerinde yükselen askeri gücüdür. Diplomasi bunların üzerinde yükseliyorsa dikkate değer bir güce sahip olabilir. Dışarıdan para girmezse tökezleyen bir ekonomi ile, “yerli ve milli” tank ve helikopter yapıp, onların motorlarını yapamayan, yani tankı yürütemeyen, helikopteri uçuramayan bir askeri güçtür söz konusu edilen. Peki geriye ne kalmaktadır? Kalan ülkenin jeostratejik denilen coğrafi konumunun pazarlanmasıdır. Ama artık onun da sonuna gelinmiştir. Dünyanın en etkili ve büyük güçleri ülkenin burnunun dibine gelmişlerdir ve operasyonlar yönetmektedirler. AB ise kendi koşullarını dayatmada yeni adımlar atmaktadır. Ve bu AB’nin bir üyesi BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip beş daimi üyesinden birisidir Fransa.
Gerçek durum böyleyken Erdoğan’ın ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve NATO görüşmelerinden ne beklenebilir? Hindistan bir yana bırakılırsa diğerleri Türkiye’den taleplerini ve beklentilerini dile getirecekler, uygun bir dille onun isteklerine boyun eğmesini sağlamaya çalışacaklardır. Karşılıklı olarak gerilen iplerin üzerinde dans etmeye çalışan bir ülkenin yere düşmesi için bir tanesinin ipin ucunu bırakması yeterli olacaktır. Osmanlı’nın dağılma sürecini hızlandıran İngiltere’nin politikasındaki dönüş olmuştu. Tarih bu dersi yeterince açıklıkta vermektedir, ama şimdikiler kendilerini dev aynasında görmektedirler.
Ülkeyi yönetenlerin ve onların her türden destekçilerinin sayıklamaları, hezeyanları gerçek saydıkları, kendilerine olmadık güçler vehmettikleri bir dönem yaşanmaktadır. Bazen aşırıya gitmekte ve bir kayaya toslamakta -Rusya örneği- bazen de desteksiz atıp tutmaktadırlar. Ama ayakların suya erdiği bir dönem yaklaşmaktadır. Bu nedenle bu ülkenin halkı için ülkenin kaderinin ne olacağı, bu kaderi kimin elinde tutacağı sorunu temel bir sorun olarak öne çıkmaya başlamıştır. Gerici çıkarlar uğruna saldırganca ve felaketlerle sonuçlanacak politikalar mı, yoksa içeride ve dışarıda halkların kardeşliği ve birbirine saygı temelinde izlenecek politikalar mı? Birincisi iktidarın ve egemen sınıf kliklerinin, ikincisi ise kaderini eline almış halk kitlelerinin yoludur. İkinci yolu tutmanın zorunluluğunun daha fazla hissedileceği bir döneme girilmektedir.
Evrensel'i Takip Et