10 Mayıs 2017 00:15

Macronlar niçin ve nasıl seçiliyorlar?

Macronlar niçin ve nasıl seçiliyorlar?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçiminin hem birinci turu hem de ikinci turu sonrasında Deniz Uztopal arkadaşımız, bu seçimler etrafındaki siyasi gelişmeleri gazetemizde ayrıntılarıyla değerlendirdi.

Bu yüzden burada, Fransa seçimleriyle ilgili Fransa’daki gelişmeleri değil ama Fransa seçimlerinin gösterdiği gerçeklerden hareketle Türkiye’deki tartışmalara ışık tutan sonuçlar üstünde duracağız.

Emmanuel Macron, önce 60 yıldır ülkeyi yöneten merkez sol ve sağ partilerinin “çöküşü”nden yararlanarak birinci turda yarışı ilk sırada tamamladı. Sonra ikinci turda aşırı sağcı Marine Le Pen korkuluğunun gölgesinde Fransa cumhurbaşkanı seçildi.

MACRON BÜYÜK SERMAYENİN EN RAFİNE ADAMIDIR

Macron’un burada söz etmemiz gereken üç özelliği var. 

Bunlardan birincisi Macron, Fransız büyük sermayesinin “çekirdeği”nden gelen bir aday, bir finansçı! Yani, bütün geçmişi boyunca büyük sermayenin ihtiyaçlarına yanıt veren çalışmalar yapmış, Sarkozy’nin emek düşmanı politikalarının yasalaştırılması çalışmalarında danışmanlık yapmış bir zat.
İkinci önemli özelliği ise, bir partisinin olmaması ve cumhurbaşkanlığı adaylığı öncesinde bir siyasi geçmişinin olmaması. Dolayısıyla Macron’un, halka verilmiş sözlerden oluşan vaatler, “parti programı” gibi bir “kamburu” yok. Dahası açıkça büyük sermayenin adayı olarak çıkan bir kişi olarak eli kolu serbest bir kişi. Bu yanıyla da Fransız büyük sermayesinin programını, elbette ki koşulları gözeterek tereddütsüz uygulamak için en elverişli kişi.
Macron’un seçilmesinin üçüncü özelliği ise ırkçılığın, neofaşizmin, yabancı düşmanlığının damgasını taşıyan Marine Le Pen karşısında, aday olmasıdır. Ki; büyük sermaye güçlerinin, Le Pen’i faşizm, ırkçılık, aşırı sağcılık korkuluğu olarak kullanarak, özellikle orta sınıfların faşistlerden, ırkçı-milliyetçi aşırılıklardan korkan kesimlerine Macron’u dayatmış olmasıdır.

‘GELENEKSEL PARTİLERİN ÇÖKÜŞÜ’NE BÜYÜK SERMAYE ÇÖZÜMÜ

Macron’un Fransa’nın cumhurbaşkanı olması; bir yanıyla, MESS başkanlığı yapmış, bütün ömrünce en büyük sermaye güçlerinin sözcüsü olmuş, 24 Ocak kararlarına baş mimarlık yaptıktan sonra 12 Eylül Cuntası’nın Başbakan Yardımcılığını yapan Turgut Özal’ın cunta sonrasında, bir demokrasi kahramanı olarak sunulup, yeni kurduğu partiyle, 10 yıl ülkeyi yönetmesine benziyor. Ama öte yanıyla da Macron’un seçilmesi; 2002 seçimleri öncesinde geleneksel sistem partilerinin çöküşüyle, Erdoğan’ın, sisteme karşıymış gibi görünen henüz yeni kurduğu AKP ile iktidar olmasına benziyor.

Dahası, Avrupa’da giderek yükselen yabancı düşmanlığı, neofaşist partilerin yükselişi karşısında büyük sermaye odakları, geleneksel siyasi partilerin çöküşünü kendisi için bir fırsata dönüştürmektedir. Fransa’da Macron’u işbaşına getirerek; geleneksel partilerdeki krizi fırsata çevirmenin en rafine örneğini sunmuştur. Diğer ülkelerin de elbette birebir değil ama çeşitli versiyonlarını sahneye sürmek için bir öz güven kazandığı da kesindir. 

Dolayısıyla Macron’un Fransa’nın cumhurbaşkanı seçilmesi, AB’deki merkez sağ ve sol partilerin krizinin hızla derinleştiğinin işareti olduğu gibi krizi daha da derinleştirecek yeni bir etken olarak da rol oynayacak görünmektedir. 

SADECE ‘OY VEREREK SİYASETE KATILMA’ DÖNEMİNİN SONU

“Macron neden ve nasıl seçildi?”, “Sağ ve sol merkez partiler neden çöküyor?” gibi sorulara verilecek yukarıdaki yanıtların yanına başkaları da eklenebilir. Bu yanıtlar bazı yönleriyle ülkeden ülkeye farklılıklar da gösterebilir. Dahası sağ ve sol merkez partilerin büyük sermayenin baskısıyla programatik olarak da birbirine yaklaşarak birbirinin az çok seçeneği olmaktan bile çıkması gibi önemli bir etken ve burada çöküşün başlıca dayanaklarından birisini oluşturduğu da bir gerçektir. Ama bütün bunların ötesinde dönemin asıl gerçeği; 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da oluşan ve işçi sınıfının ve emekçilerin kendi talepleri etrafındaki mücadelelerini tasfiye eden ve geniş yığınların ülke yönetimine sınıf güçleriyle katılmasını önleyerek halk yığınlarının siyasete katılmasını “Dört beş yılda bir oy vermeye” indirgeyen siyasi sistemin artık yığınları oyalamaya yetmez hale gelmesidir.

Bu alandaki olup bitene karşı tepki bir yanıyla SYRIZA, Podemos gibi yeni ve sistem karşıtıymış gibi görünen partilere yöneliş öte yandan da ırkçı faşist partilerin kıta çapında yükselişi olarak ortaya çıkmıştır. ABD’de Trump’ın sürpriz biçimde seçilmesi, İngiltere’de Brexit oylamasının sonuçları da bu gelişmelerin versiyonları olarak biçimlenmiştir. 

MACRON’UN SEÇİMİ BİZE NEYİ GÖSTERDİ?

Burada Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin çıkaracağı ders kuşkusuz ki, “Partilere oy vermeye” indirgenmiş bir demokrasi ve siyaset anlayışını yarattığı kuşatmayı kırmadıkça, Macronlar seçenek olarak sunulmaya devam edecektir. Aksi halde demokrasi mücadelesi popülist, karizmatik politikacılar (onların partileri) etrafında bir yarışı geçmeyen “demokrasi mücadelesi”nin egemenlerin ve onların en gerici değerler etrafında politika yapan milliyetçilik, din-mezhep farklılığı, yoksulluk... her sorunu istismar eden politikacılarının çizdiği alanın dışına çıkamayacaktır. Daha referandumun “meşruiyeti” tartışılırken, Abdullah Gül’ün “hayır’ın adayı” olarak (Macron gibi partisiz ve ömrü gericiliğe hizmetle geçmiş bir kişi olarak) ilan edilmek istenmesi bunun en açık kanıtlarından birisidir. 

Beş yılda bir oy vermeyi “milli iradenin tecellisi”nin “gerek ve yeter şartı” olarak ilan eden Erdoğan “tek parti, tek adam rejimi”nin yolunu açmak için kullandı, kullanıyor, kullanacak! Ancak gerçekten laik ve demokratik Türkiye mücadelesi de artık, en iyimser ifadeyle “partiler arasında bir yarışa indirgenmiş” (Artık bu cumhurbaşkanları adayları arasında olacak) beş yıl da bir oy vermeyi aşmak zorundadır. Bu nedenle Türkiye’nin işçi sınıfı ve halkları, sermaye partilerinin yedeklendiği değil, kendi talepleri etrafında birleştikleri, kendi partileriyle siyasete müdahale etmek üzere mücadelenin nesnesi değil öznesi oldukları bir siyaset tarzını hayata geçirmekle karşı karşıyadırlar.

YIĞINLAR SİYASETE KENDİLERİ MÜDAHALE ETMELİDİR

Ötesi, konjonktürel kimi başarılar elde edilse de yığınların sermaye partilerine yedeklenmeden kurtulup, kendi sınıf çıkarları ve kendi dünyalarını kuracakları bir mücadele alanına çekilmesi mümkün olmayacaktır.

Bugün en gelişmiş demokrasiler olarak bilinen Avrupa ülkelerinde “Oy vermeye indirgenmiş” siyasi sistemlerin çöküşü, böyle ancak faşizme, gerici diktatörlük rejimlerine gidileceğinin açık göstergesidir.

Referandum sonrasında referandumun sonuçlarına itirazın yeterince yaygın ve güçlü olmaması çok dar çevrelerle sınırlı kalmasının nedeni de aslında toplumda, ”Oy verdik demokrasinin gereğini yaptık. Sorun da kapandı!” anlayışının egemen olmasıdır. Bu konu aşılmadıkça, yığınlar siyasete doğrudan müdahale eden bir mücadele çizgisine geçmeden Macronların, Erdoğanların, Trumpların, ülkelerin ve halkların ensesinde boza pişirmeye devam etmesinin önünü kesmek de olanaklı olmayacaktır.

Elbette ki yığınların böyle bir mücadele tarzına geçmeleri de kendiliğinden olmayacak, yığınların günlük mücadeleleri içinde, kendi mücadelelerinden de öğrenerek örgütlenip, ilerledikleri ölçüde 
mümkün olacaktır.  

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa