14 Mayıs 2017

Bize çözüm gerek umut gerek


Medyanın açlık grevleriyle imtihanı ezelden beri pek parlak değil. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da böyle. 1981’de İrlanda Cumhuriyet Ordusunun (IRA) başlattığı ve 10 kişinin öldüğü açlık grevi İngiliz basınına göre Margaret Thatcher’ın zaferiydi ancak sonunda Pirus zaferine dönüştü. Filistinli mahkumlar cezaevi koşullarının iyileştirilmesi için geçtiğimiz nisan ayı ortasından beri açlık grevindeler. İsrail merkez medyası ise açlık grevlerinin zayıflamaya başladığını ve hapishaneden servis edilen görüntülerle Lider Marwan Barghouti’nin hücresinde gizli gizli yemek yediğini kanıtlamaya çalışıyor. Cezaevi önünde mangal partisi yapan aşırı sağcıları konu dışı bırakıyorum. 

Ana akım medya her daim iktidara sırtını dayadığı için açlık grevleri konusunda aldığı tavır da onun sözcülüğünü yapmak oluyor. 2000 yılında F tipi cezaevlerine ve tecride karşı başlatılan ölüm oruçları sürecinde “Sahte oruç kanlı iftar” manşeti atmıştı Milliyet. Yazarlar, akademisyenler, sanatçılar çözüm için çaba sarf ederlerken köşe yazarları devletin taviz vermemesi, açlık grevlerinin anlamsızlığı konusunda ağız birliği etmişti, bugün meslektaşları o tecrit koşullarında hapiste.  

Bugün KHK ile işlerini kaybeden Akademisyen Nuriye Gülmen ve Öğretmen Semih Özakça’nın açlık grevinde 67. Günü, oğlu Murat Gün’ün cenazesini alabilmek için açlık grevine başlayan Kemal Gün ise 80. gününde. Hepsi için çok çok kritik aşamalardayız. Merkez medya bu sefer görmemeyi tercih ediyor. Özellikle iktidar medyasında tek satır yok. Unutmamak gerekir ki çaresiz olduklarını düşündükleri için bedenlerini sonu olmayan bir eylem biçimine dönüştüren insanlar karşısında devletin bekasını savunanla, sessiz kalan medya aynı kefede. Görmezden gelmek de bir hak ihlali, etik olmayan bir yayın politikası.

Hukuksuzluğun, adaletsizliğin karşısında ancak başka bir yol olmadığında başvurulması gereken bir eylem biçimi olduğunu düşünüyorum açlık grevlerinin ve kimsenin o kadar çaresiz kalmaması gerektiğini de. Ancak kendi bedenleri üzerinde böyle bir karar almış insanlarla bunu tartışma, eylemlerini sorgulamaya hakkımız olmadığı görüşündeyim. Bu hafta pek çok kez yazıldığı üzere yapabileceğimiz tek şey insanca yaşamaya dair son derece haklı taleplerinin yerine getirilmesi için onlara destek olmak, seslerini duyurmak. 

İçinde bulundukları bu onur mücadelesinin anlatılmasında medya çok önemli bir konumda. Bir zamandır medyanın açlık grevlerini nasıl haberleştirmesi gerektiği üzerine düşünüyorum. Maalesef bu konuda öneri sunabilecek bir kaynağa rastlamadım. Elbette medyanın uyması gereken etik ilkeler çerçevesinde bir tartışma yürütülebilir. Öncelikle açlık grevinin bir eylem olarak yüceltilmemesi, eylemcilerin kahraman ilan edilmemesi hayati önemde. Verdikleri mesajlardan görüldüğü üzere ne Nuriye Gülmen’in ne Semih Özakça’nın böyle bir talepleri yok. Bu satırları okuduğunuz Evrensel’in ve aynı çizgideki gazetelerin, haber sitelerinin bu konuda çok dikkatli bir dil kullanması memnuniyet verici. Ancak yapılması gerekenler bununla sınırlı değil.

KHK’lerle bu güne dek binlerce kişi işini kaybetti, çoğunlukla sayılarla anılıyorlar. Oysa her liste yayımlandığında aileleriyle birlikte düşündüğümüzde çok daha fazla insanın hayatı etkileniyor. Toplumun önemli bir kısmının KHK ile işini kaybeden insanların neler yaşadığı, nasıl açlığa mahkum edildiği konusunda bilgisi yok. Atılanlardan sesleri duyulanların büyük kısmı akademisyen, öğretmen, yazar olduğundan sanki “tuzları kuruymuş” gibi bir izlenim var. Yaşanan sıkıntılar genelde arkadaş meclislerinde anlatılıyor. Gözlerinin önünde yaşansa da bazıları ilişkilendirilme kaygısıyla uzaktan acımakla, sessizce dillendirmekle yetiniyor, en insaflısı “sık dişini” öğüdü veriyor. Bir kanun hükmünde kararnameyle, hakkında yargı kararı dahi olmadan işten atılmanın, pasaportlar iptal edildiği için yurt dışına çıkamamanın, hiçbir kamu kuruluşunda çalışamamanın, sosyal güvenceden yoksun kalmanın, mimlendiği için özel sektörde de iş bulamamanın tam anlamıyla insanları açlığa mahkum etmek demek olduğu anlatılırsa belki “Benim başıma gelmez” diyerek kafasını kuma gömenlerin fikri değişebilir. Hikayelerin anlatılmasından kastım her gün zor yaşam koşullarından dem vurup insanları acındırmak değil. Bu koşullarda yaşama tutunma mücadeleleri de inşa ediliyor, dayanışma ağları genişliyor. 

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça en temel insan haklarından biri olan çalışma hakları, insan onuruna yaraşır biçimde yaşama hakları ellerinden alındığı için böyle bir eyleme başvurdular. Çaresizlik, umutsuzluk kariyerinin başındaki insanları çok daha fazla etkiliyor. Mehmet Fatih Traş’a yetişemedik, omuz veremedik. Daha fazla insanın kendilerine zarar verecek yollara başvurmamasının tek çaresi bir umut yeşertebilmek. Çözümü konuşacağımız zeminler inşa etme konusunda medyaya çok iş düşüyor.  Neler yapılabileceğine dair öneriler geliştirmek, daha fazla insanı bu tartışmanın içine çekmek gerekiyor. 

Barış gazeteciliği diye bir kavram var belki duymuşsunuzdur, çoğunlukla yanlış biliniyor, çatışma, savaş durumlarında barışı öneren gazetecilik pratiği ile sınırlı zannediliyor. Oysa her türlü toplumsal sorunda, travmada çözüme ses veren, başka türlüsünün mümkün olduğunu gösterme çabasıdır aynı zamanda barış gazeteciliği. Şu anda tam buna ihtiyacımız var. Böyle bir destekle ve dayanışmayı hissettiklerinde insanların başka direniş yollarına inançları artacaktır. Burada her birimize çok iş düşüyor. Umarım Nuriye Gülmen, Semih Özakça ve Kemal Gün de onlara destek olan binlerce insan olduğunu, onlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlarlar çok geç olmadan. 

Bir not:
Perşembe günü çok severek okuduğum, neredeyse her karikatürünü sosyal medyada paylaştığım Sefer Selvi’nin adaletsizliği anlatış biçimine pek çok insan gibi ben de çok üzülmüştüm. Dostça bu üzüntümü dile getirmeye karar vermişken Selvi’nin özür mesajı yayımlandı. İnsanlar hata yapabilir, hepimiz yapıyoruz, önemli olan bunu fark ettiğinde özür dilemesini bilmek. Medyaya yönelik en büyük eleştirilerimizden biri çoğu kez yapılan hataların kabul edilmemesi ya da yokmuş gibi davranarak üstünün örtülmesi. Bu esnada eleştirilerin dozajı epey yükseldi ve gazeteyi hedef alır hale de dönüştü. Biz elde kalan birkaç gazeteyi, haber sitesini yalnızca sosyalist oldukları, iktidar karşısında korkusuzca durabildikleri için değil aynı zamanda hak haberciliği konusunda duyarlılıkları nedeniyle okuyoruz, sahipleniyoruz. Eleştiri elbette olmalı ancak mutfakta sizinle aynı hassasiyette çok sayıda insanın çalıştığını, bir hata yapıldığında özür dilemekten, düzeltmek için ellerinden gelen çabayı sarf etmekten çekinmeyeceklerini de unutmamalı.

Evrensel'i Takip Et