21 Haziran 2017

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde, Londra’nın yoksul mahallelerinde yaşayan ailelerin çoğunun başlarını sokacak bir çatıları kalmamıştı. Piccadily-Kensington ve Buckingham Sarayı’nın da bulunduğu Hyde Park civarında yerleşik aristokratların, onlarca odalı boş konakları/sarayları, o sırada denklerini kapıp gelen yoksullar tarafından işgal edilmeye başladığında, iktidardaki İşçi Partisi Hükümeti ne yapacağını şaşırmıştı. İşgal edilen zengin evlerinin birer odasına yerleşen aileler polis zoruyla çıkarılmaya çalışılsalar da yerini hemen yenileri alıyordu. Evinin bir İngiliz’in kalesi olmasıyla övünen bir toplumun emekçileri yerleşecek bir yer arıyordu nihayetinde. 

İşgal hareketi giderek İngiltere’nin her yerine yayıldı. Boş kamplar, sahipleri tarafından uzun süreliğine terk edilmiş mekânlar, sahipsiz evler squatting eylemlerinin menziline girdi. Yoksulların konut talebini, önlenemeyen bir işgal hareketiyle seslendirmesi, zaten savaş yorgunu devleti konut reformuna zorlayacak, kısa zamanda 1 milyon sosyal konutun yapımı gündeme alınacaktı. 60’lara gelindiğinde ise bu sayı 3 milyona çıkmıştı. 

Ne var ki alelacele, düşük bütçeyle yapılan bu konutlar pek de sağlıklı değildi. 1960’larda Doğu Londra’da çok katlı “Ronan Point” sosyal konutunun çökmesi uyarıları haklı çıkardı ve bu çöküş yeni bir infiale yol açtı. Bu, İngiliz yoksulları için, malzemeden çalınarak yapılan evlerinin bir mezar haline gelebileceğini gösteriyordu artık. Yeniden harekete geçtiler ve konut güvenliği denetimiyle ilgili kurumların oluşturulmaya başlamasını eylemleriyle sağladılar. Bundan sonraki süreçte düşük kira karşılığında, yerleştirildikleri sosyal konutta istedikleri süre boyunca yaşayabilen emekçiler, konutların sağlıklı çevre düzenlemesi talebinde bulundular ve birtakım haklar kazandılar; yaşam alanları kültürel desteklerden çoluk çocuk için oyun alanlarına, spor tesislerinden parklara kadar genişleyen yapılanmalarla iyileştirildi. 

Sosyal konutlar, İngiliz işçi ve emekçileri için, uğruna mücadele ettikleri barınma sorununun ucuz yoldan çözüldüğü yapılardı. Burada di’li geçmiş zamanı kullanıyoruz çünkü bu sistem 1980’li yıllardan itibaren tedricen çökertildi. Neoliberalizmin şafağı sökerken iktidardaki Theatcher Hükümeti, sosyal konutların, içinde yaşayanlara satışa çıkarılmasını tartışmaya başlamıştı. Başlangıçta, kira öder gibi ev sahibi olmak birçok sosyal konut sakininin hoşuna gitse de bu, aslında “mortgage” borçlandırması sayesinde banka sermayesine yeni bir birikim alanı açmış; sosyal konut döneminin sonu gelmişti.

Elbette daha başlangıçtı ve gerisi yoksul mahallelerinin “mutenalaştırılması” hamlesiyle gelecekti. Siyahların, Türkiyelilerin ve diğer göçmenlerin yaşadığı Tottenham’da 2011’de çıkan isyan da sosyal konutların satışını takip eden kentsel dönüşümün sonuçlarına; kiraların yükselmesine ve yerinden yurdundan edilmeye yönelik bir tepkiyle ortaya çıkmıştı.

1990’lı yıllardan itibaren ucuz emeğe kapılarını açan İngiltere’de, elde kalan, neredeyse döküntü sosyal konutlar toplumun en “dezavantajlı”, en alttaki kesimlerine yani göçmenlere tashih edilmiş, kentin dönüşüme tabi tutulan semtlerinde ise rant hücumuna kurban edilmişti. Bu da sınıfsal bir tercihti kuşkusuz.

Londra’nın seçkin semtlerinden Kensington’da yanan 27 katlı Grenfell Tower binası, İngiltere’de geçmişte sınıf mücadelesinin bir konusu olan konut sorununun geldiği noktaya bir mim koymuş bulunuyor. En yoksulların, göçmen emekçilerin, iltica etmişlerin vb. yaşadığı bu yüksek binanın yanmasından sonra İşçi Partisi lideri Jeremy Corbin halka, konut işgali çağrısı yaptı. Oysa 1968 hareketi sırasında gençlerin komün evleri kurmak için yeniden gündeme getirdiği işgaller 2000’li yılların ortalarında yasaklanmıştı. 

Grenfell Tower binası yangını bize uzak değil. İşçilerini çadır yangınlarında kurban vermiş, her gün birkaç kişinin iş cinayetinde öldüğü ve askerlerinin bozuk yemekten zehirlendiği bir ülkede yabancılık çekilmeyen bir durum. Türkiye’deki facialar ile Londra’daki sosyal konut katliamı aynı zincirin iki benzer halkası. Yoksullara tek taraflı açılmış bir paylaşım savaşında, onların ellerinden konutlarını, kentlerini ve hayatlarını alan kapitalizm, dünyanın bütün ülkelerindeki emekçileri birbirine daha çok benzetiyor.

İngiltere ve Türkiye’de en acil talebin adalet olması bir tesadüf değil.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

‘Nasıl dayanalım bu koşullara!’

‘Nasıl dayanalım bu koşullara!’

Antep’in de aralarında olduğu bölge illerinde ortalama işçi ücreti asgari ücretin altında, haftanın 7 günü, pazarları 12 saat çalışma, üretim baskısı! Devletin ve patronların yasaklar, kolluk gücü ve sendikacı tutuklamasıyla devam ettirmek istediği bu düzenin dayanılmaz hale geldiğini söyleyen Çelikaslan işçisi, tüm işçileri BİRTEK-SEN çatısı altında birleşmeye çağırdı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et