23 Haziran 2017 01:00

Sosyal yaşama ve kadına saldırılar ne münferit ne de rastlantı

Sosyal yaşama ve kadına saldırılar ne münferit ne de rastlantı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Vaka-1: İstanbul Pendik’te üniversite öğrencisi Asena Melisa Sağlam’a bir minibüste “Ramazan ayında şort giydiği” için saldırıldı. Saldırgan Ercan Kızılateş’in polis tarafından yakalandığı, ama savcılık emriyle salıverildiği, ama bu kişinin vergi borcu nedeniyle kesinleşmiş hapis cezası olduğu için cezaevine konduğu ortaya çıktı. Tepkiler büyüyünce, başsavcılık saldırgan Kızılateş için “yakalama” kararı çıkardı ama tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. Gazetemiz baskıya hazırlandığı saatlerde ise savcı karara itaraz etti. 

Vaka–2: 14-15 yaşlarında iki çocuk, sokakta dondurma yiyorlar. Cüppeli, sarıklı bir kişi çocukları tehdit ediyor: “Burası Müslüman bir ülke Ramazan’da böyle dondurma yiyemezsiniz!” Yanındaki kişinin, adamı kolundan çekerek götürmesi olmasa, belki de şimdi çocuklara meydanda şiddet uygulanmasını da tartışacaktık!

Her iki olayla ilgili de TV’lerde ve basında çok sayıda haber çıktı; görüntüler yayımlandı.

İKİ ‘VAKA’NIN ORTAK YÖNLERİ ÇOK 

Mağdurların söylediklerine ve görüntülere bakıldığında şunlar açıkça görülüyor:

1-) Her iki olay da “kadına ve çocuğa şiddet”in tipik yansımalarıdır.

2-) Her iki olayda da sosyal yaşama müdahale vardır.

3-) Her iki olayda da “zayıf olana yardıma koşan Türk geleneği unutulmuş”, saldırganlara çevreden bir müdahale olmamıştır. Ama mağdurların ifadelerinde ve görüntülerde saldırganlara destek verildiğini gösteren tepkiler vardır.

4-) Her iki olayda da Müslüman bir ülkede böyle bir yaşam tarzına izin verilemeyeceği, “Eğer yaşam tarzınızı bizim belirlediğimiz sınırların dışına çıkarırsanız sizi döveriz” gerekçesi vardır. 

Olaylar birbirinden ayrı yerlerde olmuştur. Konuları farklıdır, kişiler farklı görünse de aslında bu kişilere yön veren düşüncelerin, “azmettiricilerin” aynı olduğu tartışılmazdır. Çünkü kadına ve çocuğa şiddet aynı ataerkil anlayıştan ve bu anlayışın dini inanç, gelenek, görenek biçimine bürünmüş hali üstünden gerçekleştirilmiştir.

SALDIRILAR VE SALDIRGANLAR TEŞVİK EDİLİYOR

Gazetemizde de medyada da yoğun bir biçimde tartışılıyor.

Bu tartışmalardan da biliyoruz ki, saldırganlar; 

- TV kanallarında bir yarışa dönüştürülen “dini programlar” adı altında yürütülen fetvalar, ayet, hadis yorumları,...üstünden oluşturulan, “Hamile kadınlar sokakta gezemez”, “Haizli kadınla açıkça oruç yerse dayak yer”, “Pembe otobüs ve vagon mucitliği”,...gibi sosyal yaşamı baskı altına alacak boyutlara varan iklimden,

- Savcıların ve mahkemelerin kadın ve çocuğa şiddetin sorumlularına karşı “iyi hal indirimi”nde, “alt sınırdan ceza verme”de ısrar eden tavırlarından,

- Eğitim müfredatının giderek ve hızla dinileştirilmesi, anaokullarından başlayarak en bağnaz dini efsanelerin çocuklara evrensel ve tartışılmaz “değerler” olarak sunulan bir çizgiye evrilmesinden,

- Siyaset erbabının, devletin en üst makamlarını işgal edenlerden başlayarak bir “din görevlisi” edasıyla yaptıkları siyasi propagandayı, din istismarcılığında sınır tanımayan bir noktaya getirmelerinden destek alarak eylemlerini sürdürüyorlar.

SALDIRILAR MECZUPLARIN MARİFETİ DEĞİL 

Yani sorun bir takım meczupların, suç işlemeye meyyal kişilerin  marjinal çevrelerin öğütleri doğrultusunda yaptıkları münferit eylemler değildir. Tersine siyasetten eğitime, yandaş medyadan  tarikatlara bilinçli ve sistemli bir biçimde oluşturulan iklim, saldırganları üretip teşvik etmektedir. Süreç ilerledikçe saldırganların, sınıf kimlikleri de değişecek, sadece meczupların değil “makbul kişilerin” de saldırganların arasına katılacağından şüphe etmek için bir neden yok. 

Bu yüzden karşı karşıya olduğumuz olaylar sadece kadın çevreleriyle sınırlı bir tepkiyle karşılanamaz. Tersine bu mücadele, kadına ve çocuğa şiddetin dayanağı olan zemine karşı, laik eğitimden seküler yaşamı savunmaya, geniş bir alandaki talepler için mücadelede birleştirilebildiği ölçüde anlamlanacaktır. Bu yüzden burada mücadele, kadın çevrelerinin yanı sıra Türkiye’nin demokrasi güçleri, laik eğitim ve seküler yaşamdan yana her kesimin mücadelesi olmak durumundadır. Tepkileri de böyle verebildiğimiz ölçüde mücadele başarılı olacaktır.


‘ADALET YÜRÜYÜŞÜ’NE ‘PROVOKASYON’ BASKISI DA SÖKMEYECEK!

Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü”ne destek yayılarak sürerken, yürüyüş de, yeni katılımlarla kendi disiplini içinde devam ediyor.

CHP pek alışık olunmadık biçimde Meclis Grubu’ndan sonra MYK toplantısını da açık havada yaparak, alışkanlıkları bozmaya devam ediyor.

Önceki gün aydınlar, sanatçılar, siyasi çevrelerin temsilcileri, DİSK yöneticileri, Soma Katliamı’nın kurbanı işçilerin yakınları da “adalet taleplerini” dile getirmek için yürüyüşe destek verdiler. HDP Eş Genel Başkanı Kemalbay da, bir açıklama ile partisinin yürüyüşe destek verdiğini yineledi.

Referandum döneminde edinilen; farklı görüşte siyasi odaklar ve toplumsal kesimlerin aynı talep etrafında ortak mücadelesi için oluşan “disiplin”in, “Adalet Yürüyüşü”nde de bütün kem gözlere, kem söz sahiplerine karşın hüküm sürdüğünü  gösteriyor.  

Ama  AKP ve MHP cenahından yürüyüşe yönelik eleştiriler, tehditler, karalamalar ise kesintisiz sürüyor.

Devlet Bahçeli, MHP muhaliflerinin de yürüyüşe katılarak destek vereceklerini öne sürerken, yürüyüşçülere de, “solukları yeterse Pensilvanya’ya kadar yürüsünler” diyerek, yürüyüşçüleri “FETÖ”ye bağlamayı da ihmal etmedi. Ki, bu “bağlamalar”  herhalde en çok Fetullah Gülen’i sevindiriyordur! 

AKP ve MHP cenahı, yürüyüşün başarıyla, giderek artan bir destekle sürmesinden rahatsızlar. Söylediklerinin kamuoyunda, üstelik de kendi etki alanlarındaki çevrelerde bile etki uyandırmaması rahatsızlıklarını daha da büyütüyor. Ama AKP-MHP propagandasını suçlama ve karalamaların etkisiz olması karşısında son günlerde bir taktik değişikliğine giriştikleri de gözleniyor.

Söylenenlere bakarsanız AKP, MHP sözcüleri, yandaş medyanın keskin kalemleri, sermaye medyasındaki AKP muhipleri, yürüyüşçüler için endişe içindeler! 

Yürüyüş bir “hak”mış elbette, pek de güzel yürüyorlarmış ama “Ya İstanbul’a yakınlaştıkça ya kalabalık kontrol edilemeyecek biçimde büyürse, araya provokatörler katılırsa, Allah korusun ne olur” muş?

Bu çok bilmiş zevat, arka arkaya felaket senaryoları yazıyor, sureti haktan görünerek, yürüyüşün, “hazır böyle başarıyla sürerken” bitirilmesini öğütlüyorlar!

Ne var ki, bu ülkede ne zaman en meşru yürüyüşler, gösteriler yasaklanacak olsa, bu kampanya başlar; “Evet yürüyüşün, gösterinin yasal bir sakıncası yok ama istihbarat alıyoruz, yürüyüşün provoke edilme ihtimali var. Biz gösterici vatandaşlarımızın can güvenliklerini düşündüğümüz için yasaklıyoruz!”

Yasaklanan 1 Mayıs gösterilerinin, ertelenen mitinglerin, yasaklanan toplantıların başlıca gerekçesi budur.

“Adalet yürüyüşü”ne karşı olanların, şimdi bu, geleneksel ama en pespaye gerekçeyi öne çıkararak, yürüyüş yapanların “provokasyon ihtimali” ve “can güvenliği” kaygısıyla yürüyüşten vazgeçmelerini sağlayacak bir propagandaya yöneldikleri  görülüyor. Yürüyüşçüler İstanbul’a yaklaştıkça, “adalet talebi”ne  destek büyüdükçe, bu baskı artırılacaktır. 

Ama Türkiye’nin demokrasi güçleri ve referandum süreciyle birlikte de daha geniş kesimler, bu kara propagandaya inanmayacak bir deneyime sahip olmuşlardır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa