Dünya 'beş'ten büyük ise!
Fotoğraf: Envato
Yabancılaşma, kökeni çok eskilere dayanmakla birlikte, çağdaş kullanımda Marx okumaları ile su yüzüne çıkan ilginç bir sözcüktür. Çok genel ifadesi ile yabancılaşma, insanın yarattığı bir olguyu bizzat kendisine hükmeden güç haline dönüştürmesidir. İktisat alanında hem emek hem de patron için yaygın kullanılan bu kavram, siyaset, teknoloji gelişimi vs. gibi toplumun çok farklı alanlarında da kullanılmaktadır. İlginç olan şudur ki, insanın yabancılaşması, gerek yarattığı hayali güçleri gerek bu güçlere tapınmasının sonuçlarını algılamasını engeller. Buradaki konumuz, yabancılaşmanın bence en yaygın alanı olan politikadır.
Politikada yaşanan yabancılaşma birden çok alanda, birbirini destekleyen sarmal halinde yaşanır. O nedenledir ki, politik yabancılaşmayı anlamak ve çözümlemek olanaklı olmadığından, çözmek nerede ise kesinlikle olanaksızdır. Siyasette yabancılaşma, birinci kademede devletin tanımında ortaya çıkar. Toplum yapısı içinde insanların kabaca çalışan-emekçi ve patron-işveren olarak tasnifinde devletin oluşum amacının, rolünün ve aslında kime hizmet ettiğinin anlaşılması olanaklı değildir. Bu zorluk devlet mekanizmasının ve işleyişinin karmaşıklığında değil, insanın devleti algılama ve çözümlemede yabancılaşma yaşamasından kaynaklanır. Hele de “yüce devlet” gibi hamasi kavramlarla kutsanan bir varlık nasıl net şekilde algılanabilsin ki! Paralı askerlik tartışmalarında olduğu kadar, yerel çatışmalarda yaşanan ölümlerde aile yapılarının genel görünümü yabancılaşmanın hangi kesimde daha güçlü yaşandığının en keskin kanıtıdır.
Tabanın devlet aygıtı ve işlevleri ile algılama biçimi, üstte siyasi yapının da manevra alanını belirler; genişletir ya da daraltır. Şöyle ki, siyasi kararlarla şekillenen ve toplumsal refahın yaratılıp, dağıtılmasında önemli rol oynayan devlet mekanizması her iki taraftan da bağımsız olarak algılandığı ve kararların “toplumun refahı” adına alındığı yönündeki bilinç yanlışlığı, aslında devletin her iki tarafa da yaranamayacağı ve toplumsal iyileşme diye bir amacı olmadığı gerçeğini perdeler. Devlet aygıtının tüm taraflara eşit uzaklıkta olmasının ve kararlarının toplumsal iyileşme adına alabilmesinin tek ve vazgeçilemez koşulu, toplumsal ekonomik güç dengesinin varlığıdır. Toplumsal güç dengesinin sarsıldığı her durumda, ikincil en iyi durum, sistemin genel yapısını etkilememek koşulu ile(!), tüm kesimlerin siyasette aktif rol alarak söz sahibi olabilmesi, yani siyasette koalisyondur.
Eğer bu tezi geçerli görüyorsak, bir düşünelim. Koalisyonları toplumun hangi kesimi istememektedir? Peki, buna karşı, toplumun hangi kesimi çok yüksek haykırışla koalisyonu isteme yönünde sesini yükseltmekten kaçınmaktadır? Koalisyonu istemek yönünde mahcup tavırlar takınarak sessiz kalmanın gerekçesi, açıktır ki istikrar talebidir. Çünkü öyle düşünülmektedir ki, istikrar sadece patronları değil, onları mutlu ettiği sürece, emekçiyi de, mutluluğu bir tarafa bırakalım, hiç değilse ekmeksiz bırakmaz. İşte bu sav, kısa ve dar görüş çerçevesinde geçerli görülüyor olmakla beraber, uzun dönemde ve gerçekte yanlıştır. Üstelik böyle bir yanlış öngörü sadece emekçi kesim için değil, patron için de varittir. Günümüzde içinden geçtiğimiz ekonomik ve siyasi karmaşa kısa sürede hangi yandaşı abat ederse etsin, uzun dönemde yaşanabilecek hüsran ve çöküş onları da, hatta daha vahim şekilde içine çekecektir.
Türkiye’de politika külliyen yanlış, güdümlü ve siyaset ve ekonomik açılardan ülke halkımız aleyhine gelişmelere gebe yürüyüş içindedir. Hızla yol alan bisiklete binen, bisikleti durduramaz, zira düşünce yaralanacağını bilir. Halkımızın bu bisiklette kendilerine de yer arayıp, hızı artıracaklarına, önüne geçip durdurmaları, sadece kendimizi ve halkımızı değil, bizzat bisiklet sürücüsünü de kurtaracaktır. AKP bir Türkiye partisidir, aynen ana muhalefet ve diğer partiler gibi, ama AKP Türkiye değildir! Bu durum halkın siyasette yabancılaşmasından öte, partinin siyaseti algılama patolojisinin de yansımasıdır. Çok temel konularda kaynak açıkları olan ve dünyanın çok önemli bir bölgesinde yer alan koca bir ülke olan Türkiye’de salt bir partinin millete özdeş olduğu bir anlayışa sürüklenmesi, dünyanın beş büyük devlete tabi olması yanlışından çok daha büyük bir yanlış ve ülke için korkunç bir risktir. Acaba, hangi güçler, içerideki iş birlikçileri ile birlikte, Türkiye’yi uzun yıllar alttan alta oyarak buralara taşıdı da, şimdi de tek parti hakimiyeti altına sokuyor? Bunda kimlerin, nasıl bir yararı olabilir ki?
- Akılcılığa yöneliş 16 Kasım 2024 04:51
- TÜYAP konuşmaları 09 Kasım 2024 04:25
- Cumhuriyet halk rejimidir, fakat… 02 Kasım 2024 05:08
- Kaos 26 Ekim 2024 03:57
- Kevork Ağabey, müjde, oğlun Nobel aldı! 19 Ekim 2024 04:46
- Siyasi yalan 12 Ekim 2024 05:00
- İktidarın anayasa histerisine şiddetle karşı çıkılmalıdır! 05 Ekim 2024 04:33
- Boğaziçililer günü 28 Eylül 2024 05:07
- Cinayetin siyasallaştırılarak, perdelenmesi 21 Eylül 2024 04:40
- AKP’nin özü netleşiyor 14 Eylül 2024 04:45
- AKP, politikalarını düzeltebilir mi? 07 Eylül 2024 04:56
- Siyasetin derinliği! 31 Ağustos 2024 03:37