28 Ağustos 2017

Denizli’ de doğduğum evin üzüm talvarını anlattıktan sonra kesmiştim Denizli’ nin yeşil dokusu ile ilgili yazımı geçen hafta yayımlamıştım. Şimdi  onun ikinci bölümüyle sürdürüyorum bu konuyu:

Talvarın sol içinden ilerleyince iki katlı evimizin giriş kapısına gelinirdi. Evin güneye, Karcı dağına bakan önünde de üçüncü bahçe vardı. Bu bahçede mısır (biz darı derdik), bamya, bakla, lahana yetiştirilirdi. Anımsayabildiğimce… Onun çevresinde de bizim selvi dediğimiz kavaklar, dut (beyaz ile karası), ekşi – tatlı narlar, erik, zerdali, gülhatmi (astıma iyi gelen) sıralanırlardı. 

Anamalcıların ikinci büyük savaşında sığınak yapmak zorunlu olunca babam üçüncü bahçeyi seçmişti bunu için. Olmadı. Çünkü bir metre kazıldığında yarım metresi suyla doldu.
Evimizin kuzeyine, arkasına düşen bölümde de kümes vardı.
Kısacası, dışarıdan perşembe pazarından yalnızca kese yoğurdu, peynir, et alınırdı.
Ekmeğimiz kepekliydi. Tahinli ekmeği, üzümlü ekmeği annem yapardı.

Bütün bunları neden anlattım size?

Hepsi böyle miydi evlerimizin?  Kimisi daha küçük, kimisi az daha büyüktü… Ama pazardan, bizim gibi, yalnızca et, yoğurt, peynir alacak denli düzenleri vardı. 

Biz doğanın yeşiline, çiçeğine, böceğine doğduk, doğalca büyüdük demek için  anlattım bunları.

Büyüklerden daha büyük tarlaları olanlar, bu yıl ne yetiştirelim diye düşünürlerdi. Çünkü ne dikerseniz, ne ekerseniz o çıkardı. Toprak ‘vermem’ demezdi. 
Bunun ne demek olduğunu yirmi milyonluk İstanbul’u görenler bilir. 
Aslında, tarihi camilerimizin minareleri arasına gökdelen görüntülerini sokuşturanlar, Süleymaniye’nin önüne boynuzlu köprüler kuranlar da bilirler. Kazdağında altın arama izni alanlar, Karadenizimize, Artvinimize, İstanbul’un Karadeniz kıyılarına göz dikenler de bilirler. Herkes her şeyi bilir. Ne yapalım ki kimileri uyurken, yarı aydınlar hiçbir şeyi bilmeden, ön yargılarıyla ‘ahkam’ keserken, birileri ‘güç bende’ demektedirler. Beton duvarlara, dışarıdan alınan bitkilerle, düşey bahçeler kuranlar zavallılığımızı sergilemektedirler gerçekte… 

Örneğin Denizli’ de, benzeri kentlerimizde, İstanbul’ da, yeryüzünü, yatayı, toprağı bitirenler “düşey bahçe” (ne demekse) ile göz boyamaktadırlar. Aracılar kazansınlar yeter…

İlginizi çekmiştir, size anlatırken andığım çiçeklerin, sebzelerin, meyvelerin, daha başka ağaçların adları hep türkçeydi. Kısacası biz doğayı türkçe seviyorduk. Latince adlarla doğaya da yabancılaştık gittik üç-beş dil züppesi yüzünden. 

Bundan epey bir süre önce (belki 30, belki daha uzun bir süre önce) Denizli’de İstiklal mahallesindeki Haçik Ağanın (biz Açık Ağa diyorduk nedense) evini anlatmıştım ‘Mimarlık’ dergisinde. Yazımı okuduktan sonra, ışıklar içinde  yattığından kuşku duymadığım Prof. Nezih Eldem büyüğüm telefonla aramıştı beni… Ağladığını hiç gizleme gereği duymadan şöyle söylemişti:
‘Cengiz, cenneti düşünmek istediğimde gözlerimi kapatır, Denizli’yi görürüm bugün                         
    bile…’

(Sürecek)

Evrensel'i Takip Et