20 Eylül 2017 01:00

Hapishaneden 'özgür insan' öyküleri!

Hapishaneden 'özgür insan' öyküleri!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Selahattin Demirtaş’ı 2000 yılından itibaren insan hakları savunucusu bir avukat kimliği ile tanıdık. 2000 yılında İHD Diyarbakır Şubesi yönetimine giren Demirtaş, dört yıl sonra da İHD Diyarbakır Şube Başkanı olmuştu. Ardından siyasetçi kimliği ile tanıdık. 

Cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklarken dile getirdiği, “Halkın içinden çıkmış insanlar değiliz, hâlâ halkın içindeyiz. Çıkmış da bir yere gitmiş değiliz” sözleri ise, oy uğruna sıkça dile getirilen popülist klişelerden tamamen farklı olarak, onun siyasetteki ve hayattaki duruşunun bir ifadesiydi. 

Ardından onu, ressamlık iddiasında bulunmadan yaptığı ama usta işi resimlerle de tanıdık. Şimdi de, “Ayrıca ben edebiyatçı filan değilim diyorum” ifadesini de kullanarak kaleme aldığı öyküleriyle karşımızda. (Selahattin Demirtaş, Seher, Dipnot Yayınları, 2017, s.70)

Akademisyenlere, gazetecilere, insan hakları savunucularına ‘ajan’, ‘alçak’, ‘vatan haini’ demenin hakim bir iktidar söylemi haline geldiği ve siyaseti her gün yeniden kirlettiği bir ülkede, esprili zekasıyla ve ironiyi siyaset söyleminin bir parçası haline getirmiş olmasıyla, kendisine ve partisine oy vermemiş olanları dahi etkileyen bir siyasetçi olarak Demirtaş’ın öyküleri de bu üslubun özelliklerini yansıtıyor.

Demirtaş’ın 12 öyküden oluşan 140 sayfalık kitabında bu ülkenin yoksullarının dramlarını, töre cinayetinin insanı sarsan ağırlığını, Cizre’de yaşanmış büyük acılara dair bir göndermeyi, itiraf edilememiş gariban aşklarını, kentsel dönüşüm ve piyasa ilişkilerinin sınıfsal analizi ile eleştirisini buluyorsunuz. Tüm bunları okurken, birçok yerde de Demirtaş’ın ironik anlatım özellikleri karşısında kendinizi tebessüm ederken buluyorsunuz.

Kitaba adını veren ‘Seher’, Adana’da çalıştığı atölyede sevdiği adam ve arkadaşları tarafından kaçırılarak tecavüze uğrayan genç bir kadın. Ailenin erkek meclisinin verdiği karar ile erkek kardeşi tarafından öldürülen Seher’in yaşadığı, bu topraklardaki ‘namus’ kavramıyla kadına ödettirilen bedelin bir temsilini gözler önüne seriyor. 

Kitabın kapağını açtığınızda da sizi ‘Katledilen ve şiddet mağduru bütün kadınlara...’ cümlesi karşılıyor.

İlk öykü ise aslında anı ile öykü arası bir anlatıya dayanıyor. Demirtaş, birlikte kaldığı milletvekili arkadaşı Abdullah Zeydan ile kullandıkları havalandırma avlusunu şu cümlelerle anlatıyor: “Cezaevindeki havalandırma avlumuz dikdörtgen şeklindeki beton bir kuyu gibi. Dört metreye sekiz metre kadar bir şey. Yürümekle bitirilebilecek gibi değil. Sabah başla yürümeye, akşama kadar bir yere varamıyorsun.” (s.13) 

Kitabın ‘İçimizdeki Erkek’ başlığını taşıyan ilk öyküsündeki bu ilk cümleler, başka bazı öykülerde de yazarın, kendi hayatının başka kesitlerini yine yer yer ironik, yer yer alaysamalı bir dile dayalı anlatımıyla sürüyor. Siyasetin ağır gündemlerini anlatırken bile araya soktuğu ironik, esprili ifadelerle sizi bir anda tebessüm ettiren Demirtaş, kitabında da kendi duyarlılıkları ile konu ettiği olay ve durumları yine böyle anlatıyor. 

Bu ilk öyküsünde havalandırma avlularındaki bir çift serçenin, bir grup serçenin yuvalarına gerçekleştirdikleri saldırı karşısında halini mizahi bir dille anlatan yazar, böylelikle aile ve devlet kavramları içindeki erkek gerçekliğini sorguluyor. 

‘Kara Gözlere Selam Olsun’ başlıklı öykü ise beni en çok etkileyen ve yazarın bir öykü kurgusu içindeki güçlü anlatımıyla en çok dikkati çeken iki öyküsünden biri.

İlkokul üçüncü sınıfa kadar birlikte okuyan Hüseyin ve Cemal, bir inşaatta sigortasız, kaçak çocuk işçi olarak çalışmaktadırlar. 16 yaşındaki Hüseyin’in köylerindeki Berfin’e olan sevdasını yazar şu cümlelerle anlatır: “Hüseyin’in Berfin’e olan sevdası da kaçaktı, çocuktu, güvencesizdi. Köyden çıktıklarından bu yana Hüseyin, iki gizli mektup yazmıştı Berfin’e. Aslında mektupları doğrudan Berfin’e yazamadığı için kendi kız kardeşi Zeliha’ya göndermişti. ‘Zeliha akıllı kızdır nasıl olsa Berfin’e haber eder...’ diye düşünmüştü. Gerçi mektupların hiçbir yerinde Berfin’in adı da geçmiyordu ama Zeliha herhalde durumu anlayıp abisinin hasretini Berfin’e iletirdi. Ancak mektupta hasret lafı da geçmiyordu. Durumdan kimse şüphelenmesin diye hep üstü kapalı yazmıştı mektupları. Bir tek her mektubun sonuna eklediği ‘Kara gözlere selam olsun’ cümlesine güveniyordu. Gerçi bütün köy kara gözlüydü ama yine de hiçbiri Berfin’in gözlerinin karası gibi değildi.” (s.62-63)

Hüseyin ile Cemal, çalıştıkları inşaattan hak ettikleri emeklerinin karşılığını da alamazlar. Paralarını alamadan işçi minibüsü ile ayrılmak zorunda bırakıldıkları, bitirdikleri binanın kapısının tam üstüne ise kocaman bir tabela asılmıştır: “Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi”

‘Ah Asuman’ ve ‘Tarih Kadar Yalnız’ ise, kitapta etkileyici kurgusu ve anlatımıyla dikkati çeken öykülerden. Murathan Mungan’ın dizesine atıfla yazılmış olan ‘Tarih Kadar Yalnız’ da mimarlık okuyan ve ardından da evlenerek mesleklerinde giderek yükseklere tırmanan bir çiftin, kentsel dönüşüm işlerinden yaşam biçimlerini değiştirecek kadar büyük paralar kazanmaya başlarken, aynı zamanda kendi gerçekliklerine nasıl yabancılaştıklarının öyküsüdür. Onları zamanla ilişkilerine, aşklarına bile yabancılaştıracak hale getiren bu tablo ile yüzleşmelerini ise, okudukları iki kitap sağlar. Bu öykü, hem kentsel dönüşüm hem de iki insanın yaşadıkları değişimin izleri üzerinden sistem eleştirisini içeren sınıfsal özelliğiyle de insanda güçlü bir etki bırakıyor.

‘Denizkızı’ adlı öykü ise, savaşın yıkıcı sonuçları nedeniyle Suriye’den annesi ile birlikte ayrılmak zorunda kalan 5 yaşındaki Mina’nın Akdeniz’de son bulan kısa hayatı üzerinden, Suriye savaşı ve bu savaşa neden olanların yol açtığı büyük mülteci dramını yansıtıyor. 

Kitabın son öyküsü olan ‘Sonu Muhteşem Olacak’ ise, yazarın bir tür yakın gelecek ütopyası sayılabilir. Bu öykünün sonunda Cizre’deki bodrumlarda katledilen Mehmet Tunç da anılıyor.

Demirtaş’ın öyküleri, bu toprakların henüz genç diyebileceğimiz yaşta sembol haline gelmiş bir siyasetçinin, yaşadığı coğrafyanın yoksullarının, kadınlarının, çocuklarının acılarına, onların, ‘Yakarsa dünyayı garipler yakar’ dedirten yaşam öykülerine tutkuyla bağlılığını anlatıyor.

Hapisteki bir siyasetçi olarak Demirtaş’ın öyküleriyle ortaya koyduğu yaratıcı anlatım gücü, kitabın kapağını kapatırken insana şu soruyu da sorduruyor: Gerçekten özgür olan kim? Onu hapsedenler mi, yoksa Selahattin Demirtaş mı? 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa