22 Ekim 2017 00:15

Yazperverden güz güzellemesi

Yazperverden güz güzellemesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yaz bitti diye ocağı sönenlere, güz deyince peşine hemen hüzün ekleyenlere, battaniye altına saklananlara, aniden yalnızlaşanlara ayırmak isterim bu pazarı.

Yaz bir umursamazlık hali, tatilin hayata sirayet edişi gibi. Güneş dediğin zaten enerjinin ta kendisi. Yaz bitince etrafa bir hüzün havası iniyor ki evlerden ırak.

Ki ben de yazperverlerin başında gelirim, en önde bayrağını taşırım. Öyle deli severim ki yazı.

Oysa geçmişe bakınca, aklımda en çok detay kalan günler, aniden bastıran yağmur yüzünden gerçekleşen spontan anlardan oluşur.

Çocukken mesela, birkaç aile dağ evi kiralayıp kamp yapmaya özenmişti babamlar. Son gün herkesin mücbir sebebi çıktı. Babam da evini kiraladığımız aileye karşı gurur yaptı, biz ailecek Toros’umuza atladık, dağa tırmandık. Çok soğuktu, gece yaban domuzlarının sesi gelmeye başladı, rüzgar feciydi mangal da yanmadı. Evin tek ısınma yöntemi olan şömineyi yaktık. Ömrümün ilk şöminesiydi. Uykumuz gelene kadar konuştuk ailecek. Yapacak başka hiçbir şeyimiz olmadığından en uzun sohbetlerimizden biriydi. Nice yaz hatırası silindi de, o gün kardeşimin giydiği pembe hırkanın çiçekleri bile hâlâ hatıramda canlı kaldı. 

Yine bir sonbahar günü, hava güzel diye arkadaşlarla pikniğe gidip, sağanak yağmur başlayınca mahsur kalmıştık da üç öğünü aynı tente altında yemiş, konuşulabilecek her şeyi konuşmuş, dostluğumuza kat çıkmıştık adeta.

Eve ilk taşındığımızda, ilk kez terasımız var diye mangala özenmiştik de yağmur bastırmıştı. Bir yandan mangala şemsiye tutup bir yandan ateşi yellemeye çalışmıştık. O günkü ızgaranın tadı takdir edersiniz ki unutulmazdı.

Güz mevsiminin bu ayarsızlığı, aniden planları bıçakla kesmekle birlikte, gizliden de bir mesaj sanki. “Bırak şimdi planı programı, nicedir iki lafın belini kıramadınız, yağdırayım yağmuru da işini gücünüz kalmasın, siz biraz bir birinize açılın.”

Güz; aksiyon filmi gibi planladığınız günü bir anda tek planda geçen bir sanat filmine çeviriveriyor.

Ki ben hikmetinden sual etmem öyle filmlerin. Tek mekanda en az doksan dakika bir konu anlatabilmek için, konunun seyircisi sarması, kapması, sürüklemesi lazım. Ne akıl alacak bir efekt var ortada, ne de dikkat dağıtacak yeni bir dekor. Seyirci sürekli oyuncuya odaklıyken, oyuncunun da sanatını döktürmesi lazım.

Bu tip filmlerden en çok etkilendiklerimden birisi Gett: The Trial of Viviane Amsalem. Film İsrail’de geçiyor. Müftülere nikah yetkisine bağıra çağıra karşı çıktığımız bu günler için, boşanmanın da din yetkililerinin elinde olduğu bir sistemi anlatması ile faydalı. Viviane’nin, hahamları ikna çabasına şahit olacaksınız. Sabrınızı zorlayacak, tırnaklarınızı avcunuza geçirecek o yürek sıkıntısını içinizde hissedecek ama söz veriyorum bir an bile izlediğinize pişman olmayacaksınız.

Toplumdan kabul gören, dinen de caiz olan sebepler var boşanmak için; aldatılmak, kocanın şiddet uygulaması, çocuklara kötü davranması, eve para getirmemesi, kadını çalıştırıp, parasını elinden alması vs vs. Tüm soruların yanıtı hayır, hiçbirisi değil. Ama Viviane’nin neden boşanmak istediğini anlıyorsunuz, neden dayanamadığını, onca sene nasıl dayandığına şaşırıyorsunuz ve bunu alimlerin anlamayışına katlanamıyorsunuz. Güz günü ruh karartsın diye değil, kadınların gücünü, inadını, sabrını anlatacağı için öneriyorum. Kadının fendi tüm karanlıkları yener, akacak yol bulur, gerekirse bir çay kaşığı ile dağları deler. Hiçbir iktidara tavsiye etmem kadını karşısına almasını. 

Bir güz günü, bastıran yağmur yüzünden evden çıkamayacağınız belli olduğunda, çayı büyük demlikte demleyip, karşılıklı iki koltukta iki dost ya da eş saatlerce dertleşir gibi bir film. Viviane size, hiçbir çıkışı yok denilen yerden, her şey ters de gitse, nasıl kaçılacağını sabırla anlatacak.
Siz de Viviane hikayesi nezdinde kimi anlar aynaya baktığınızı hissedeceksiniz. 

Hayatı büyük mücadeleler ile geçerken, dertlerin bile yüzüne kahkahasını savurabilen insanlara hayranım. Acun Hoca’nın kendisine sert müdahalede bulunan polise yaptığı “öfkemiz sana değil güzelim, dip boyası gelmiş saçlarına” şakası, Ahmet Şık’ın her duruşmada yüzleri güldüren esprileri, içeriden dışarıya moral vermesi, Demirtaş’ın cezaevindeki tek bir günü bile boşa geçirmeyişi, öyküleri, resimleri, mektupları.
Bu coğrafyada bir günü bile sadece akşam ne yemek yiyeceğimizi, hafta sonu nereye gideceğimizi düşünerek geçirme şansımız olmayacak, en azından bir nesil daha. Bu toprakların doğasında yok. Biz mücadeleye doğmuşuz, sanki bir ömürdür geçmeyen bir diş ağrımız var. Sinirlere basınç yapan, zonklaması yüzünden uyutmayan. Tüm hayatı o dişin iyileşeceği güne erteleme şansımız yok, tedaviyi reddedip pes etmek de olmaz. Onu dindirmeyi amaç edinip, tedavi süresince de o ağrı ile yaşamayı öğrenmemiz gerek. Yoksa ömür geçiyor.

Bu ömür geçiyor hissi yüzünden uzun yolculuklarda uyumam ben. Bana kalan sessiz ve yalnız zamanın tadını çıkarırım. Artık her ulaşımda film izleme şansımız var. Geçen yolculukta, film seçerken yol biter, filmin sonu bana dert olur diye önüme ilk çıkan filmin oynat tuşuna bastım. Orjinal adı “Bonjour Anne” aynı zamanda “Paris Can Wait” diye de geçiyor. Filmde yoğun bir hayata alışmış Amerikalı bir kadının, bambaşka karakterde bir Fransız erkek ile Paris’e doğru yola çıkışını izledim. Kadın hedef odaklıydı; Paris’e bir an önce varmak. Adam ise yoldaki manavın çilekleri tatmadan, eşsiz müzeyi görmeden, çok övülen restaurantların yemeğini, meşhur bağların şarabını tatmadan yolculuğun yolculuk sayılmayacağını düşünüyordu. Paris bekleyebilirdi zaten yüz yıllardır orada duruyordu. Ama bu yemeği, bu mevsimde, bir daha birlikte yeme şansları olmayabilirdi. Aynı yerden yine geçme şansı bulsalar bile bakalım yine güllerin açtığı mevsime denk getirebilecekler miydi?

Biri tek mekan filmi, diğeri bir yol hikayesi ve başladığımız nokta güz mevsimi. Diyeceksiniz ki “nasıl bağlayacaksın bakalım şimdi?”
Güzü silip atmayın diyeceğim, efkar mevsimden gelmez, içimizden gelir. Ömrün sayılı baharı yazı ve güzü vardır. Bakarsınız bayramımız güze denk gelir. Anları hatırlanır kılmak için yazın neşesine, sahilin kumlusuna, otelin beş yıldızlısın ihtiyacımız yok, tek mekanda geçen bir filmi bir yönetmenin, senaristin, oyuncunun el birliği ile bir solukta izlenir kılması gibi, set bizim, kurgu elimizde, neden bu güzümüz de izlenmeye ve hatırlanmaya değer olmasın ki?

Yılgınca yeni bir yazı beklemek yerine, Paris gibi yaz da bekleyebilir, yoldaki lezzet duraklarında mola verince amaç varmak değil yolun ta kendisi olabilir.

Pablo Neruda’nın öğüdü ile başlayalım bu pazara: Ağır ağır ölüyor; yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Siz çok yaşayın e mi?

Pazara not: Tüm bunlardan bağımsız, Viviane nezdinde yeri de gelmişken, bu kadınlar gerekirse ömür boyu bekar gezer yine de o ipi müftünün eline vermezler.  

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa