Uzun aralarla yazmak zorunda kaldığımda, nereden başlayacağımı bilememenin sıkıntısını yaşıyorum hep. Öyle çok olay, zorluk ve sıkıntı birikiyor ki hangisini ele alsam ciltler dolduracak duygusu ile birbirini tekrar eden yazılar yazma kaygısı elimi ayağımı bağlıyor. Yazamadığım zamanlara Berlin Kopenhag hattında İzmir ile Van’ı sıkıştırıp döndüğümde; İHD MYK üyesi sevgili Ali Rıza Yurtsever ile Büyükada’da türlü komplo teorileri ile derdest edilen insan hakları savunucusu dostlarımız, her birimizle de birlikte ayrı ayrı yargılandığı 92 davası baki kalsa da sevgili İnan Kızılkaya’yı yarı açık ezaevinde aramıza katılmış buldum ama ne göreyim! Cumhuriyet Gazetesi yazarlarını takside bağlamışlar, anlaşılan birer birer gönderecekler aramıza. Cezaevleri de işkencenin beşiği haline gelmişken, insan hakları savunucularının da birkaçı olsun içerde diye düşünüp sevgili Taner Kılıç’ı tutmuşlar, yanına da sevgili Osman Kavala’yı katmışlar. Omuzlarında büyük bir yük var, her biri işkencehaneye dönüşen cezaevlerinde gözlem yapacak, 150’yi bulan gazeteci de içerden yayınlayacak bu durumda. Avukatları hiç saymayayım, İzmir’dekiler duvarın öte tarafına geçememişler ama geçenler de işkence görenlerin tamamının avukatlığını üstlenecek sayıya ulaşıyor neredeyse.
Akıl almaz örgüt kokteylleri, garip sıfatlarla anılan tüm dostlarımız için, dünya kaygı ve şaşkınlıkla izlerken zaman zaman kendi vatandaşlarını da bu çarka kaptırdıkları oluyor ister istemez. Bu ülkelerin istihbarat örgütleri de şaşıyordur bilmedikleri bunca ajanın varlığına muhakkak. Kaygılanmakta da çok haklılar, haklıyız. Türkiye televizyonlarında işkencenin ne kadar gerekli ve yerinde olduğunu açıkça ilan eden “İYİ” insanlardan geçilmezken, çıplak aramalarla, süngerli odalara kadar varan tecritlerle, kafaya teneke geçirmeyle, kol kırıp yerlerde sürüklemelerle, doğumhane kapısında gözaltına alıp cezaevlerini bebeklerle doldurarak, büyük mücadelelerle, ağır bedeller ödenerek kazanılmış tüm hakların gasp edildiği bir dönemden geçiyoruz.
Her gittiğim ülkede kaygılı dostları geride bırakıp dönüyorum memlekete ya, bir de üstüne burada iltica ettiğim söylentileriyle boğuşuyorum. Oysa en çok da bu dönemde insan hakları mücadelesinin hepimize, hepinize ihtiyacı hiç olmadığı kadar çok. Ayrımsız tüm insanlar için bu mücadeleyi yılmadan sürdürmek; işkencenin mutlak yasak olduğunu bıkmadan hatırlatmak, hiç ama hiç susmamak gerekiyor. Mücadele bizsiz hep bir eksik olur, onun için yola devam. Açık ezaevi de özgürleşene dek…
Yollarda geçirdiğim zamanlar da kayıp sanılmasın. Bütün olanlara yetişmemi ve dostları açık ezaevine, mücadeleye devam etmeye hoş geldiklerini söylemek için karşılamamı, kapalı cezaevine gözleme gidenleri uğurlamamı engellese de arada bol bol okuyorum. Bu aralar bir yandan cezaevlerinde tek tip elbiseyi hortlatma girişimlerine karşı Juliet Ash’in “Parmaklıklar Ardındaki Giysi: Suçluluk Olarak Cezaevi Giyimi”ni okurken, bir yandan da canım kardeşim Av. Hakan Karakuş’un annesi Hatice teyzemizin (Hatice Yeşiltaş Karakuş) anılarını, 80’lerin işkencelerinden tek tip dayatmalarına bir annenin gözünden anlatışını okudum bir çırpıda. Ash’in kitabını İHD ve TİHV’in tek tip elbise hortlatma girişimlerine karşı yapacakları basın açıklaması için araştırma yaparken bulup almıştım. Hatçegül ise sevgili Hakan’dan Hatice teyzemin sevgisiyle birlikte geldi.
Tek tipi işkenceyle uygulamaya çalışanların kolunu kırıp çıplak bıraktıkları bir insanın direncine denk düştü okuduklarım yollarda, işini isteyip bedenini ortaya koyan iki gencecik insanın yüreğine. O direnci alıp, bir annenin anılarından bugüne mücadelemize kattık. Bitmez mücadele, insanlık onuru işkenceyi yener!
Evrensel'i Takip Et