03 Aralık 2017 00:15

Devlette, kentte, sporda sakata karşı savaşın ortak tarihi

Devlette, kentte, sporda sakata karşı savaşın ortak tarihi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Beyond İstanbul benden ‘Mekanda Adalet ve Sakatlık’ sayısı için bir spor yazısı istediğinde işimin çok zor olduğunu biliyordum. Çünkü uzun süredir sistem ve spor üzerine düşünüp yazmaya çalışan biri olarak sakatların bu dünyanın tam anlamıyla “İstenmeyenleri” olduğunun farkındaydım. Vatandaşı olduğumuz devlet, içinde yaşadığımız kent, sakatları ne kadar dışlayıcı bir biçimde tasarlandıysa modern spor da öyledir. Bunun binlerce yıldır icra edilen sporların rekabetçi toplumun içerisinde şekillenmesiyle birebir ilgisi vardır. 

Rekabetçi toplumun sporu, kaçınılmaz olarak dışlayıcı, eleyici, sağlamcı, üstüncüdür. “Üstün” olanı belirleyen rekabetçi sporların değişmez ortak özelliği olan “Kazanmak için” anlayışıdır. Ne kadar törpülenmeye çalışılırsa çalışılsın nihayetinde amacın kazanmak olduğu bir oyunun dışlayıcı, eleyici, üstüncü olmaması imkansızdır. Okullardaki beden eğitimi dersleri bu yüzden bazılarının (kız çocuklarının, sakatların, şişmanların, daha az yetenekli olanların) kenarda kaldığı yerlere dönüşür. Bu yüzden amatör/profesyonel tüm sporlar erkek/kadın/sakat diye farklı klasmanlara hatta egemenler katında gördükleri muameleye bakarsak sınıflara bölünmüştür. 

SPOR, SINIFLI TOPLUM, 'REKABETÇİ ÖZ' -1

ANTİK YUNAN’DAN BUGÜNE: REKABETÇİ TOPLUM, REKABETÇİ SPOR, DIŞLAYICILIK

Klasmanın en tepesinde yer alan sporcuların birçoğunu “Yunan tanrısı gibi” ifadesiyle tanımlamamız tesadüf değil. Çünkü Antik Yunan, sınıflı düzen ve onun devlet organizasyonunun ilk güçlü örneklerini veren toplum olarak avcı-toplayıcı dönemin oyunlarının biçimini değiştirdi. Bir ordu kurmanın gerekliliğini fark eder etmez eskinin oyunlarını, askerlerin fiziksel gücünü ayakta tutacak şekilde kurguladı. Artık spor, bir ölüm-kalım mücadelesinin parçasıydı. Bu, kaçınılmaz olarak eleyici ve üstüncü hale gelmesi demekti. Bu dönemde Tanrıların kaslı, “kusursuz”, güçlü fizikli erkekler olarak temsil edilmesi, spor, cinsiyetçilik ve üstüncülüğün binlerce yıllık iş birliğinin habercisiydi.

SPOR, SINIFLI TOPLUM, 'REKABETÇİ ÖZ' -2: AVCI-TOPLAYICILARDA OYUN

19. yüzyılda modern Olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin ve arkadaşlarının ‘Kaslı Hristiyanlar’ fikriyle bir araya gelerek sporu kapitalizmin yarattığı ani değişim ve çöküntüyle baş edemeyen Batı toplumları için bir çözüm olarak öne sürmesi de tesadüf değildi. Bu dönemin sloganı “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”un Antik Yunan’a uzanan bir geçmişi vardı. İlk olarak Romalı Şair Juvenal’in “Mens sana in corpore sano” diyerek sarf ettiği bu söze benzer bir şeyi insanlık ilk olarak Thales’ten duymuştu: “Hangi insan mutludur? Sağlam bir vücuda, zinde bir akla ve uyumlu bir yapıya sahip insan.”

SPOR, SINIFLI TOPLUM, 'REKABETÇİ ÖZ' -3: YENİ TOPLUMUN OYUNU

Anlayacağınız sporla sağlamlık, sağlamlıkla “normallik” arasında kurulan bağlantının kökeni, sınıflı toplum kadar eski. Tam da bu noktada Süleyman Akbulut’un ‘Mekanda Adalet ve Sakatlık’ yayını ve geçtiğimiz hafta aynı tema etrafında Kadir Has Üniversitesinde düzenlenen panelde “normallik” üzerine yaptığı vurgulara değinmek gerekiyor. Akbulut, bir kez daha Antik Yunan’a referansla sudaki aksini görüp kendine aşık olan mitolojik figür Narkissos’a atıf yapıyor ve “normal”lerin de çok olmanın verdiği güçle kendilerine aşık olduğunu söylüyor: “Aşık olunca ne yaparız, karşımızdakini mükemmel algılarız. Normal insan kendini o kadar mükemmelleştiriyor ki her şeyi ona göre dizayn ediyor. Mutlak doğru kendini sayıyor, kendini norm alıyor…”*

Beyond İstanbul’un ‘Mekanda Adalet ve Sakatlık’ dergisine kitapçılardan erişmek mümkün. Paneli izlemek içinse tıklayın.

Akbulut’un “Normalliğin narsizmini yaşıyoruz” dediği günümüz toplumu devletini, kentlerini, gündelik hayat ilişkilerini, adetlerini, dilini bunun doğrultusunda inşa etmiştir. Ve bu yapıda sakatlar “anormal”, yardıma muhtaç, zavallı, eksiktir. Sakatlık küfür olarak kullanılır. Sakatın kimliği dahi kendisine bahşedilmiştir. Her şeyin ötesinde sakatlar, tabiyet altına alınmıştır. Akbulut’tan alıntı yapacak olursak kendini normal olarak görenler, anormal görülen sakatlara karşı kendini ebeveyn ilişkisi içerisinde konumlandırmıştır. “Döver, sever, kimlik verir.” 

SAKAT MI ENGELLİ Mİ?

“Sakat mı engelli mi denilmeli” tartışması da burada düğümlenir.

Geçtiğimiz haftalarda İşitme Engelliler Ligi’nin adının Sağırlar Ligi olarak değiştirilmesi sonrası sosyal medyada bir fırtına koptu. Sosyal medya kullanıcıları, sakatları aşağıladığını düşünerek Türkiye Futbol Federasyonunu hedefe koydu, “Siz ne biçim insansınız” türü ifadeler havada uçuştu. Bunun üzerine federasyon, ligin adının değiştirilmesi kararının bizzat İşitme Engelliler Ligi’ne ait olduğunu açıkladı. Sosyal medya kullanıcılarının anlayamadığı şey “sağır”ı hakaretleştirenin içinde yaşadıkları egemen kültür olduğuydu. Öyle ya sağır olmak sağırları anormal kılıyorsa hakaret olmalıydı bu yüzden “sağır değil işitme engelli” demeliydik.

‘Mekanda Adalet ve Sakatlık’, “Sakat mı engelli mi” tartışmasına dair de güçlü mesajlar içeriyor. Yayın bu konuda nihai karar verici gibi davranmak istemedi ve örneğin benim “Engelli sporları” yazımın diline müdahale etmedi ancak özellikle sakat yazarların vurguları çok net.
Sözü yine Akbulut’a bırakalım: “Sakatlık, bir fonksiyon kaybına vurgu yapmaktır. Ben omurilik felçlisiyim, omurlarımda bir hasar meydana geldiği için bacaklarım hareket etme fonksiyonunu kaybetti. Bu, benim hareket etme yeteneğimin kaybolduğu anlamına gelmez. Fonksiyonu kaybetmekle yeteneği kaybetmek başkadır. Engellilik yeteneklerin kaybettirilmesi sürecidir. Biz ne yapıyoruz? Yeteneği fonksiyonun tekeline veriyoruz. Görme yeteneğini sadece görme fonksiyonuna bağlarsanız Eşref Armağan gibi doğuştan kör olan muazzam hem de perspektifli resimler çizen bir ressamı anlayamazsınız. Görsellik yeteneğinin gözle güçlü bir ilişkisi vardır ama birebir değildir. Siz Eşref Armağan’a çevreyi anlattığınız zaman, Armağan onu görebiliyor. Yeteneği fonksiyonun tekeline verince yetenekleri kaybettirme süreci başlıyor. Toplumsal algı devreye giriyor. Hayatın içindeki çoğu şeyin sadece fonksiyonları tam olanlar tarafından yapılabileceği tezi gündeme geliyor. Nedir mesela, ‘Ortopedik engelliden koşucu olamaz’. Niye? Mesafe kaydetme yarışını illa bacaklarla mı yapmak lazım…” 

Bülent Küçükaslan’ın ‘Sakat politiktir’ yazısında vurguladığı gibi engelli adlandırması, engelin çevrede değil kişide olduğunu ima ediyor. Oysa ‘sakat’ sözcüğü (sorunlu yanlar içerse de) daha çok bir hal tespiti yapıyor.**

ENGELİN KAYNAĞI

Engelin, esas olarak -Sakat olmayanların kendilerine göre dizayn ettiği- çevrede olduğu muhakkak. Nitekim, panelin yapıldığı salondaki konuşmacı platformu tekerlekli sandalyeli herhangi bir bireyin yardım almadan çıkamayacağı şekilde tasarlanmıştı. Başlı başına platformun varlığı dahi sakatları yok sayan bir anlayışın ürünü. Evlerimizden, toplu ulaşım araçlarımıza, iş yerlerimizden, kamu kurumlarımıza her yer için geçerli olan bu dışlayıcı tasarım, sakatların kendilerini eşit ve bağımsız kılma mücadelesini de hedef alıyor. Anayasamızda olduğu gibi sakatları “Korunacak ve kollanacak” insanlar olarak kodluyor. “Normal” kabul edilen çoğunluğun, kendilerine bu ifadeyle sunulan insanları ayrımcılıktan uzak bir biçimde değerlendirmesi mümkün mü?

Sonra gelsin, “Hepimiz engelli adayıyız”, “Toplum olarak engellilere sahip çıkmak görevimiz”, “Onların tek ihtiyacı sevgi” gibi abuk sloganlar ya da her Paralimpik Oyunları’nda spor medyasını saran merhamet gösterileri.

İngiliz Sakat Hakları Savunucusu Penny Pepper’ın 2016 Rio Oyunları sırasında Guardian’a yazdığı bir yazıdan alıntı yaparak bitireceğim: “Ne kahramanız ne de beleşçi. Yalnızca devletin günlük yaşantımıza saldırılarından biraz olsun kurtulmak isteyen ve haklarını talep eden sıradan insanlarız.”

Yalnızca tasarlanış biçimiyle dahi sakatların bağımsızlığını, eşitliğini hedef alan binlerce yıllık dışlayıcı, eleyici, üstüncü devletlerimiz, kentlerimiz, siyasetlerimiz, sporumuz aşılmayı bekliyor. 

*Bu noktada sıradan insandan ziyade yönetme erkini elinde bulunduranların sorumluluğuna vurgu yapmak gerekiyor. Neticede çoğunluğun niceliksel gücünü kullanarak devlet kuran, anayasa yazan, kent kuranlar binlerce yıldır sınıfsal ayrıcalıklarına dayanarak toplumu yöneten azınlıklar.

** Bülent Küçükaslan’ın yazısına ulaşmak için tıklayınız.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa