Filistin Devrimi'nden koparılmış 'Kudüs davası' ile nereye kadar?
ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıkladı. Trump’ın, önceki gün Suudi Arabistan Kralı Selman, Ürdün Kralı 2. Abdullah ve Mısır Devlet Başkanı Sisi ile görüşerek bilgi verdiği belirtiliyor.
Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı 1995 yılında Baba Bush döneminde alınmıştı. Ancak ABD başkanları, kararda tanımın altı aylık sürelerle ertelenebileceğine dair ek maddesine dayanarak, 22 yıl boyunca bu kararın hayata geçmesini ertelemişlerdi.
Trump ise, seçim kampanyası sırasında bu kararın kağıt üstünde kalmasına son vereceğini ve ABD’nin, “Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması kararını hayata geçireceğini” vadetmişti.
KUDÜS KARARI, HEM NETANYAHU HEM DE TRUMP İÇİN TUTUNACAK BİR DAL
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamasının arkasında;
- seçim kampanyası sırasında, “Rusya ile Trump’ın ilişkilerine dair”, kampanyanın başındaki kişilerden gelen “itiraflar” ve Trump’ın etrafında oluşturulan çemberin epeyce daralmasının etkisi vardır. Elbette buna Trump’ın bugüne kadar hiçbir vaadini yerine getirememesi karşısında yaşadığı baskılanmayı da eklemek gerekir.
- İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, rüşvet skandalıyla ilgili evinin polis tarafından basılmasına varan bir seyre girmiş olması da vardır. Ki Kudüs sorunu, Trump ve Netanyahu için bir nefes alma ve kamuoyundaki imajlarını düzeltme ihtiyacının da bir dayanağı olarak kullanılmak istenmektedir.
Öte yandan Ortadoğu’da Suudi Arabistan-Mısır ekseniyle İran-Katar-Yemen ekseni üstünden gelişen girişimlerin; Suriye, Irak gibi sorunları da kapsayarak, “IŞİD sonrası Ortadoğu haritası”na dair çekişmeyi öne çıkartması; kuşkusuz ki, Trump ve Netanyahu için bir fırsat olarak da görülmüştür.
Nitekim Trump’ın yaptığı telefon görüşmesinden sonra gerek Suudi Arabistan, gerek Mısır, gerekse Ürdün’den yapılan “tepki açıklamaları”, -Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın açıklamaları bile- “Bölge karışır ha!”, “Bu girişim bölgedeki çatışmalara benzin dökmektir” gibi klişe açıklamaları aşmayan, Trump için cesaret verici mahiyette tepkilerdir.
TÜRKİYE’NİN TUTUMU ‘DAHA İLERİ’ Mİ?
Arap-İslam dünyasının “önde gelen liderleri” için “Sade suya tirit açıklamalar yapılıyor” deniyor da; Türkiye’nin bu konuda o ülkelerin liderlerini aşan daha etkili bir tutumundan söz edilebilir mi peki?
Her şeyden önce, Filistin ve Kudüs davasının bayraktarı olduğu iddiasıyla kendisini ortaya atan Erdoğan ve Hükümeti, Trump’ın bu kararını haftalardır bildikleri halde, ancak önceki gün, “Yeni duymuş gibi” konuşmaya başlamışlardır.
Erdoğan önceki gün, partisinin grup toplantısında o malum “sert üslubu”yla; Trump’ın muhtemel açıklamasına şu sözlerle tepki gösterdi; “ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımlama yönündeki haberler için üzüntümü iletiyorum. Kudüs Müslümanların kırmızı çizgisidir Sayın Trump. Böyle bir kararın alınması sadece uluslararası hukukun ihlali değil, aynı zamanda insanlık vicdanına vurulmuş ağır bir darbedir. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) dönem başkanı olarak bu konunun sonuna kadar takipçisiyiz. Böyle bir adım atılırsa İİT zirvesini İstanbul’da toplayacağız. Sadece bununla kalmayacağız, bu liderler zirvesi ile çok önemli etkinliklerle tüm İslam dünyasını hareketlendireceğiz. Bu adım diplomatik ilişkilerimizi İsrail’le koparmaya kadar gidebilir...”
TÜRKİYE’NİN ‘KABINA ZARAR VEREN KESKİN SİRKE’ SİYASETİ
Erdoğan’ın bu “sert konuşması”ndan sonra yandaş basın ve politikayı “retorik”e indirmiş sermaye basını, “Trump’a sert tepki gösteren tek ülke Türkiye” diye yazıp çizse de aslında durum hiç de öyle değil. Zira Türkiye’nin tepkisi de en az Suudi Arabistan ve Mısır kadar “sade suya tirit” bir açıklama.
Nitekim, Trump’ın karşısında Erdoğan iki dayanak öne sürüyor:
1) İİT’yi İstanbul’da toplayarak gerekli kararları almak ve bütün İslam dünyasında tepkilerin yaygınlaşması için girişimler yapmak.
2) Tepkiyi, İsrail’le Türkiye’nin ilişkilerini koparılmasına kadar götürmek!
İslam-Arap dünyasının içinden geçtiği sürece bakıldığında ve özellikle de böyle durumlarda etkisi bilinen Suudi Arabistan, Mısır, İran, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin durumu dikkate alındığında; İİT toplantısından “dilek ve temenni”den öte bir sonuç çıkmayacağı, sadece bazı süslü laflar edileceği apaçıktır.
Türkiye’nin İsrail’le diplomatik ilişkilerini keseceğine dair “tehdit” ise etkisiz bir “yaptırım”dır. Daha doğrusu “Kabına zarar verecek keskin sirke” bir tepkidir. Ki, bu konunun Erdoğan ve Hükümeti için “başarılı bir uzmanlık alanı” olduğunu da söyleyebiliriz. Nitekim yakın zamanda, “One Munite” ve “Mavi Marmara” vakalarında, Hükümetin izlediği çelişkili politikanın İsrail’den çok Türkiye’ye zarar verdiğini gördük. Laik ve demokratik bir Filistin mücadelesinden koparılmış “Kudüs davası” ile nereye kadar gidilebileceğini de görmüş olduk. Fatura elbette çok ağır. Ama bölge gericiliklerinin bundan ders aldığını söylemek olanaksız.
KUDÜS SORUNU BİR İSLAM-YAHUDİ SORUNU MUDUR?
Trump’ın, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini ilan etmesi, bölge gericiliklerinin Filistin sorununu, bir “İslam-Hristiyan”, “İslam-Yahudi” sorunu çizgisine çekmelerinden beri, her adımda başarısızlığı kanıtlanmış olan politikanın sonucudur.
Çünkü Filistin Devrimi’nin laik-demokratik çizgide ilerleyen ve dünyanın her yanındaki her dinden ve milliyetten ilerici demokrat kamuoyundan ciddi destek alan bir mücadele olarak gelişmesi (Türkiye’den de ’68 kuşağı devrimcileri bu stratejiye destek vermek için Filistin’e gittiler) İslam dünyasındaki antidemokratik Orta Çağ düzenlerine karşı önemli tehditti. Bu yüzden de bölge gericilikleri, sorunu, 1973’teki Arap-İsrail savaşının yarattığı tahribattan da yararlanarak “Arap-İsrail”, “İslam Yahudi” çizgisine çekerek, kontrolleri altına aldılar. Böylece bölge gericilikleri de Filistin devriminin yarattığı uyanışı, “içerideki” muhalefetleri bastırmak ve sorunu İslam’la Yahudi-Hristiyan karşıtı çizgiye çekerek, kendileri için bir tehdit olmaktan çıkardılar. Ama bu çizgi, aynı zamanda İsrail ve bölgede İsrail’i ileri karakol olarak kullanmak isteyen ABD için de yeni bir imkana dönüştü.
Böylece Filistin Devrimi, hem dünya demokratik kamuoyundan tecrit edildi hem de Hamas eliyle Filistin toprakları, coğrafi ve siyasi olarak bölündü.
Bugün Trump’ı böyle bir adım atmaya cesaret ettiren de Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkının geriye itilerek, İslam-Yahudi mücadelesine indirgenmiş olmasıdır.
Bu yüzden de bugün Kudüs için yüksek perdeden atıp tutanlar, burada kendi sorumluluklarını görmek durumundadırlar.
Yoksa ABD’yi ve İsrail’i suçlamak, batı ülkelerindeki Yahudi hayranlığından yakınmak, böylece ABD ve İsrail’e geri adım attırılacağını sanmak elbette boş hayaldir. Çünkü bu çizgide kalındıkça İsrail’in yenilmeyeceği ortadadır ve ABD’nin bölge sorunlarına müdahalesinin önlenmesi olanaklı olmayacaktır.
Bölge gericilikleri 80 yıldır olup bitenlerden bir ders çıkarmadıkları gibi laik ve demokratik Filistin çerçevesinde Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını savunma çizgisine de yanaşmamaktadır. Erdoğan’ın İİT’yi toplamayı öne çıkarması da bu sınırın aşılamadığının kanıtıdır.
Trump’ın kararına Fransa, Almanya...ve AB de karşı çıkmaktadır; Putin de kendi açısından girişimler başlatmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerdeki halklarla ortak hareket etmek, Müslüman olmayan halklar içindeki Filistin davasına bugüne kadar sempatiyle bakmış güçleri teşvik etmek de ayrıca önemlidir.
Bırakalım başka şeyleri. sadece akılcı davranmak bile bunun gerektirir. Ama Erdoğan Hükümetinin bu ülkeler ve bu ülkelerin halklarıyla böyle bir sorunu konuşup, öneriler yapacak kadar ilişkisi kalmış mıdır?” diye sorulsa; bu sorunun yanıtı elbette ki hayal kırıklığı olacaktır.
Çünkü Kudüs sorunu, laik ve demokratik bir Filistin davasının parçası olarak ele alındığı ölçüde çözüme kavuşacak bir sorundur.
Evrensel'i Takip Et