09 Aralık 2017 23:46

Yenilen kazanıyordu bu oyunda

Yenilen kazanıyordu bu oyunda

Fotoğraf: Envato

Paylaş

“Toplumsal cesaret, kişinin anlamlı bir yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisidir” diyordu yazar. “Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir değişim gibi birimiz değişirse, ikimiz de değişeceğiz. 

Gelişecek mi yoksa tüketecek miyiz? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır.”

(Yaratma Cesareti-Rollo May)

Yaşadığı, yaşamaya çalıştığı bundan başka neydi ki zaten? Sevgilerde de arkadaşlıklarda da hayatın değişim yasaları bunu gerektirmiyor muydu? Her insan, her ilişki her olay, yaşadığımız her ‘an’ bizi başka bir noktaya, başka birikimlere götürmüyor muydu? Öyleyse niye bu kadar çekingen ve anlamsız yaşanıyordu ilişkiler?

“Birini tanımaya çalışmayalı, bunu istemeyeli çok zaman geçti. Biriyle konuşmak istediğinizde, siz de istiyor olursanız benimle konuşabilirsiniz” demişti; ‘an’ların verdiği hazzı, heyecanı birlikte yaşadığını-yaşayabileceğini düşündüğü arkadaşına. Çok şey mi istemişti? Yine duvarlar örülmüştü. Arkadaşlık, dostluk, çoğalmak, ‘an’lık hazlar, heyecan umurunda değildi kimsenin. 

‘An’ın coşkusu bir sonraki ‘an’a yoldaş olamıyor, kimse bir başkasının çığlığını duymuyordu.

Yıllardır izini sürdüğü düşleri bu ilişkilerde, ‘alışkanlıklarda’ gerçekleşemiyordu, gerçekleşemezdi. Bunu bir kez daha yaşadı. Çok karamsar olduğunu söylüyorlardı. Oysa o, umutsuzluğunu dillendiriyordu sürekli. ‘Siz çok kalabalıksınız... Ben çok yalnızım... Ne güzel!’

Yeni yangınlardan, düş bozumlarından korktuğu, fırtınalarından arınıp yaşayamadığı için platonik kalan aşklarını anımsadı. Dillendirme cesaretini gösteremediği duygularını, tutkularını... Oysa yaşam akıp geçiyordu, bir kez daha elde edilemeyecek ‘an’ları ve fırsatlarıyla. Kimsenin buna aldırdığı yoktu. Hoyrat, özensiz ve acımasızdı ilişkiler. Yıllardır yaşadıkları onu daha da hırçınlaştırmış, öfkesine öfke katmıştı.

Hayat yaşanan darbelerle kesintiye uğruyor, her defasında ağır yenilgilerle, onmaz yaralarla çıkılıyordu yıkıntılardan. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmuştu, uzun süreli toplum mühendisliklerinde. Karalama defterine yazdığı küçük notlarına göz atıyordu. Yıllar önce yazdığı nota ilişti gözü:

Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan bu yeni insan tipi en yakın dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem sayıyordu. O, diyelim dün, bir ajansta metin yazarı ya da grafikerdir; bir gazetede muhabir, bir dergide editör, bir fabrikada işçidir. Kendisine yapılan haksızlıkların sıkıntısını en çok o yaşamıştır. Yine diyelim bugün, o bölümün yöneticisi olduğunda ise, artık durum değişmiştir. Kıskançlığı, hırsı, bencilliği ona dün yaşadıklarını unutturacak, birlikte çalıştığı arkadaşlarına haksızlık ve kötülük yapmak ‘Yeni durumun gereği’ haline dönüşecektir.

İhanetlerle dolu bir tarihin içinde yürüyerek, arıyoruz yolumuzu diye düşündü. İhanetler, ikiyüzlülükler en yakınımızdaydı.

“İlke fetişistisin” demişti bir arkadaşı, yalnızlaşmak pahasına ilkelerinden ödün vermediği için eleştirirken. Bunca ihanetin, duygusuzluğun, düşüncesizliğin içindeyken, ‘ilke fetişisti’ olmasını anlamalarını beklemiyordu. ‘Hiç değilse biraz sahici olsalar’ diye geçirdi içinden.

Kaçarak yaşamaya alışmıştı o da; hiçbir yere ait değildi. Uzun süredir kurtulduğu alkollü şizofren akşamlarda yaşadığı paranoyalarının, hatalarının, ‘En çok kendime acımasızım oysa kimsenin aynaya baktığı, kendini ve hayatı sorguladığı yok’ diye sızlanıp ağladığı kaçışların yarattığı tahribata rağmen düşlerine, ilkelerine böylesine tutkuyla bağlı olmak güçlü kılıyordu onu; bütün kaçışlarına, yenilgilerine rağmen.

“Her şeye rağmen olmaz” demişti eski bir dostu. Oysa bal gibi olabiliyordu işte. Bütün bu kirlenmişliğe rağmen, ‘her şeye rağmen’ sevebiliyorduk hayatı.

Yenilen kazanıyordu bu oyunda ona göre. Bu onun mutluluğuydu. Her yenilgiden daha güçlü çıktığını düşünüyordu. Var olan bu “ilişkilere” yenilmişti fakat bu ilişkilerin insanı olmadığını söylemiyor muydu zaten? Oysa çok basitti bu ilişkiler içinde başarılı olmak. İstenenler, yaşananlar çok sıradandı. O bilinçli olarak reddetmiyor muydu bunları? Bilinçli bir karşı koyuş-reddediş değil miydi onunki? İşte bu yüzden kaybeden kazanıyordu...

Uzun zamandır kimseyle konuşmuyordu, hep anılarını anlatan yaşlı balıkçı dışında. “Mülksüz ve çıplak olmalı” dedi. Yaşlı balıkçının aldırdığı yoktu. Şu lanet olası dünyada kim aldıracaktı peki? Her şey ne kadar da hızlı kirleniyor, ne kadar hızlı tüketiliyordu artık.

Yıllar önce şair tanıdığının kendisi için yazığı şiiri anımsadı. “Memnun ve ipek kırılganlığında, kedili bir evde durur/ Eşyaların, nesnelerin ve sözcüklerin canını sıkmaz/Saygılı ve sevecen bir tavşan kokusuyla sokulur/Uçsuz bucaksız bir yalnızlığın ruhunu yalnız bırakmaz/Tastamam bir akşam iriliğinde sıkıntısı, onunla korunur/Karalardan denizlere sıçrayan neyse o! Aşklardan acılara fırlayan ok’la dolaştırır kendini/ Rüyalarını, özlemlerini, yay gibi gerer çocukluğunu/ Arkadan vurulmanın kahpesiyle, sevmenin gönlünü acıtmaz!” dizeleriyle ne de sahici tanımlamıştı onu. 

‘Uçsuz bucaksız bir yalnızlığın ruhunu yalnız bırakmayan ‘kendini’ seviyordu. Açmazlarına yenik düşmekten, düşlerini yaşayamamaktan, ertelemekten rahatsızdı yalnızca.

Aşk çekiliyordu hayattan ve hayat daha çekilmez oluyordu. Romantizmin bir ‘arıza hali’ sayıldığı bugünlerde ne çok ihtiyacı vardı sahici dostluklara ve sahici bir aşka. Gelgitlerini anlamayan, dostları bunu anlayabilirler miydi?

Bu düşüncelerle indi dolmuştan. Bu kentin sokaklarını, semtlerini gezmeyi seviyordu.

Rastgele bindiği dolmuştan, hiç bilmediği, bugüne dek görmediği bir semte inmişti.

Çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği, yoksul ailelerin oturduğu mahalleye ne kadar da benziyordu.

Aniden yağmaya başlayan doludan korunmaya çalışan berduşa ilişti gözü. İlk gençlik yıllarında, gelecekte kendisinin de berduş olabileceğini düşünüyordu, hayattan ve gelecekten umudunu yitirdikçe. Birlikte şarap içtiği berduşları, dinlediği yaşam öykülerini, tanıklık ettiği dramları anımsadı. Derya deniz öyküler dinlemişti birçoğundan. ‘Bir berduş nerede ve ne zaman ölür, cenazesini kimler kaldırır, nereye gömülür?​’ sorusu kaç insanı ilgilendiriyordu. Yolda yanlarından geçerken tiksintiyle ya da korkuyla baktıkları bu insanların yaşam öyküleri kimi ilgilendirirdi.

Hüzün Cumhuriyeti’nin sokaklarında tüm umutsuzluğu ve hüznüyle aylak aylak dolaşırken hatırlamanın verdiği hüznün tenhalığında intihar eden sanatçıları düşündü. Çok yıkıcı bir tavır, bir reddedişti ona göre intihar. Bir intihar mektubu yazmalıydı: “Ölümümden tanıdığım, hayatıma giren herkes sorumludur.” 

Oysa hep erteliyordu yediğinde sığınacağı yardım isteyeceği bir dost gibi dolaşan intiharını. Yapacağı işleri, söyleyeceği sözleri vardı daha. Yeni yolculuklara hazırlanmalıydı; Mülksüz ve çıplak.

‘Rastgele’ diye söylendi kendi kendine. Rastgele... 

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa