09 Aralık 2017 23:51

Dava, duruşma, savunma trendine kapılmak ve adalet nostaljisi

Dava, duruşma, savunma trendine kapılmak ve adalet nostaljisi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bir zamanlar popüler olan her şeye alerjim vardı. Gençliktenmiş, toyluktan. Ne gişe rekorları kıran filmlere giderdim ne de çok satan kitapları okurdum. Hep bir alternatif arayışında, uzun ve durağan festival filmler, bazı cümleleri başa dönüp birkaç kere okumak gereken, altı çizili teorik kitaplar, teorik kitabın çok daha karmaşık farklı eleştirileri derken bir de baktım ben artık bir aydan önce bitiremiyorum bir kitabı ve izlediğim filmi konuşacağım kimse yok. Tam da o sıralar Wilbur Smith’in bir kitabı geçti elime, başka hiç alternatif olmayan bir yerde. Cep telefonları da yoktu o zamanlar. Bir kaptırdım kitaba tam 3 saatte bitti gitti. Böyle soluk soluğa bir macera. Bir savaş sahnesi anlatmış, aklım ermezdi meydan savaşlarına. Kılıcı düşmana sapladığı andaki hissi anlatıyor. Antimilitarizm propagandası sayılsa yeridir. Hiç girmediğim bir dünyanın kapıları açıldı o zaman. Sonra ön yargılarımı yıktım. Tüm dünyanın beğendiği bir şeyle ilgili fikrim olmaması ne kadar ayıpmış meğer.

Dan Brown’ın yeni kitabı çıktı. Kitapçıya yolu düşen biriyseniz görmemiş olamazsınız. Her yerde çok satanlarda, raflar dolusu. Kitapçıda iki genç, hakkında konuşurken duydum “Ben okumuyorum öyle ya, edebiyat filan değil o.” Hiç okumamış. Okusaydı Dan Brown dünyanın nabzını nasıl tutuyor, her bir kitabında odaklandığı konu nasıl da gündemi 12’den vuruyor bilirdi.

Cehennem’de dünyanın izansız artan nüfus problemi ve kaynakların sürdürülebilir olmayışı satır arası mesajdı. Son kitabı Başlangıç’ta ise dünyada din ve mezhep savaşlarının son dönemde iyice artan geriliminden yola çıkarak, bilimin dini inancı yenip yenemeyeceğini, varoluşun bilimsel ispatı durumunda dünyanın bunu nasıl karşılayacağını tartışıyor aslında. 

Sinema da aynı şekilde. Dünyanın izlediği popüler filmleri ve dizileri takip edenler şu an zorlanmadan Reza Zarrab davasını takip edebiliyor. Filmlerden öğrenilmiş olsa da Amerikan yargı sistemine, içtihatlar ve jüri ile işleyen bu yapıya yabancı değiller.

Ben de düşündüm ki; madem şu sıra en popüler şey, davalar ve duruşmalar ben de hukuk ve adaletten sinema ve edebiyata uzanayım bu hafta.

Amerikan yargı sistemi bizdekinden oldukça farklı. Federal bir yapı olduğu için bölgesel farklılıklar da gözetilerek kararlarda hem jüri etkisi hem de geçmiş davaların kararlarının etkili olduğu “Common Law” adı verilen bir sistemleri var. Amerika’da avukatlık eğitimi alabilmek için önce 4 yıllık bir fakülteyi bitirmiş olmalısınız. Ülkenin en çok kazanan mesleklerinden olmasının sebebi, avukatların uzun ve iyi eğitimlerden geçmiş, jüri seçiminde stratejik, hitabet ve ikna kabiliyeti güçlü, mimik ve beden dili okuyabilen, güçlü hafızaya, iyi arşivcilik bilgisine ve binlerce sayfayı araştırabilecek sabra sahip olmaları.

Meslek bu kadar çetrefilli olunca da Hollywood’tan mahkeme salonlarında geçen binlerce film çıkması çok normal. Takip ettiğiniz davanın heyecanına kapılmış ve bırakmak istemiyorsanız size birkaç film önermek isterim.

Bir klasik olan “12 Angry Men” mesela, konuşarak sorunların nasıl çözülebileceği, işin aslına, özüne nasıl ulaşılabileceği hakkında iç ferahlatıcı bir etki yapacaktır.

Bir jüri odasında geçen filmde, 12 adam da aslında neredeyse oy birliği ile idam kararı vermişlerken, içlerinden birinin “Yine de birinin hayatı söz konusuysa, üzerine biraz konuşmamız gerekir” sözü ile hareketleniyor. İdeal bir jüri odasını merak ettiğimiz bu günlerde yeniden izlenebilir. Hiç izlemeyenler ise sakın kaçırmasın.

Adaletin ibresi sadece ülkemizde değil, Amerikan yargı sisteminde de şaşabilir. 2004 yapımı “Runaway Jury” filmi dev kadrosu ile size belki de bir teselli olabilir. Her şey hep bizim başımıza gelmiyor, başkalarını da vurabiliyor diye. Maximilien Robespierre “Ayrıcalıkların sadece eşitlikten doğduğu, vatandaşın yönetime, yönetimin halka, halkın da adalete tabi olduğu bir düzen istiyoruz” diyeli 300 yıl oldu ama dünyada henüz tam başarabilen pek olmadı.

Nakiye ElgünNakiye Elgün

Peki bir avukat, inandığı ve kolay sandığı bir davayı alıp, sonrasında kendini karmakarışık bir olayın içinde bulursa? Mesleki olarak davayı bırakmak, kariyerin sonu olur. Peki ya avukatların vicdanı? 1996’dan unutulmaz bir filmdi. “Primal Fear” Richard Gere ve Edward Norton başrollerde. Vicdan demişken, izlerken günümüz davalarındaki savcıları anlamaya çalışacak ama bence yine de anlayamayacaksınız. Ben de çözemedim hâlâ.

Süreyya AğaoğluSüreyya Ağaoğlu

Metallica’nın en bilindik albümlerinden birisidir “Justice for All” yani “Hepimiz İçin Adalet!” Ki bu süreçte onu da dinlemek hepimize iyi gelebilir. Aynı isimle bir de film var. Albümün çıkış yılı 1988, film ise 1979’dan kalma. Başrolünde Al Pacino var. Suçlu bir hakimi savunmak zorunda bırakılan iyi bir avukatın hikayesi. Hepimizin mecbur bırakıldığı bir şeylerin olduğu şu dönem için önerilebilir.

Son bir film var “A Man For All Seasons” yani “Her Devrin Adamı” 

Karısından ayrılmak isteyen 8. Henry ile bu olaya dahil olan Sir Thomas More’un hikayesini anlatan 1966 yapımı, tam 6 Oscarlı, İngiliz sinemasının en iyi ilk 100’ü içinde gösterilen ve Vatikan’ın da “Tüm zamanların en büyük dini filmleri” arasında gösterdiği filmi ben de yeni izledim.

Filmi yeni izleme heyecanı ile özet geçemeyeceğimden korkup, filme nerede rastladığımı anlatmak isterim.

Jacques Verges’in Savunma Saldırıyor kitabından sekip gittim filme. Uzun zamandır bu kadar keyif aldığım bir şey okumamıştım. 

Türkan RadoTürkan Rado

Kitap Mao Zedung’un “Ordu, polis ve adaleti içeren devlet çarkı bir sınıfın başka bir sınıfı ezmek için kullandığı araçtır” sözü ile açılıyor ve yazar kitabın ilk kez Türkçeye çevrildiği 1988 yılında kaleme aldığı ön sözü “Savunma haklarına saygı, hukuk devletinin temelidir... Tumturaklı sözlerin gerisinde alçakça manevraların sürünerek yaklaştığını görmek muazzam bir uyanık kalma çabasıyla mümkündür. Bu denemeyi adaletin gizli mekanizmalarına ışık tutmaya vakfettim. Dilerim Türkiye’de kamuoyunun hep daha fazla demokrasi için verdiği aralıksız mücadelesine yardımcı olur” diye noktalıyor.

Dreyfus’tan Nürnberg’e tarihi yargılamaları Uyum ve Kopuş Savunmaları başlıklarında inceliyor.

Uyum Savunmaları, mevcut adalet sistemini kabul eden ve kafalarını kurtarmayı başaranların, Kopuş Davaları ise sistemi tümden reddedip büyük bir davayı kazananları anlatıyor.

Şu an Amerika’da yaşanan dava bir uyum savunması içerirken Ahmet Şık gibi gazetecilerin savunmaları haklı bir davayı kazanmayı daha ön planda tutan kopuş savunmasına bir örnek aslında.

Raskalnikov’dan Kruşçev’e pek çok tanıdık isime rastlayacağınız kitabın bana çok faydası oldu. Umarım okuma fırsatı bulursunuz.

Adaletin terazisinin kaydığı coğrafyamızda, pazar gününüze bir iki güzellik, geçmişten umutlu görsel bırakıyorum.

Öğretmen Nakiye Elgün dünyada ilk kez çocuk hakları bildirgesini, -üstelik Taksim Meydanı’nda- okuyan öğretmenimiz. Yıl 1930.

Bir diğeri dünyanın ilk kadın Roma Hukuku profesörü, İstanbul Üniversitesinde 46 yıl ders veren Türkan Rado.

Sonuncusu ise; 

Süreyya Ağaoğlu, Türkiye’nin ilk kadın avukatı ve kadın hakları savunucularından. 

Bu coğrafyanın yetiştirdiği değerler, köklerimiz aynı.

Adaletin terazisine ne olursa olsun, bizim adaletimizden sual olunmasın.

Adil pazarlar, keyifli okumalar, iyi seyirler dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa