Kaç Saat'iz kendimize?
Geniş ovalara bakıp yağmura hayret etmeyeli kaç zaman geçti? Bakın işte az ileride yemyeşil ağaçlar ışıldıyor ıslak yapraklarıyla. Orada umudu yeşerten bir yazarın çocukluğu ve gençliği giriyor söze. Arkadaş olmanın sözcüklerini çoğaltarak yazmanın tılsımından söz ediyor satır aralarında.
Voltaya çıkıp zamanı törpüleyen insanlar var orada. Yağmura hayranlıkla bakmanın pencerelerinde parmaklıklar çoğalıyor. Kendi varlığını korumak için öç yasalarıyla kapıları kilitleyen devletin avlularında gün ışığını adımlamanın izne bağlı olduğu saatleri bekliyor bir yazar.
Belki meyve veren bir ağacın dallarına dokunmayı özledi yıllar yılı. Belki salıncakta bir çocuğun sevincini duyumsamak için bekledi onca zaman. Işıklı manav tezgahlarına uyanan bir sabahı özledi belki.
Uzun uzun yürümenin adımlarını nereye koydu onca zaman kimbilir. Voltada karşısına çıkan duvarla nasıl uzlaştı, nasıl restleşti ve yazarken nasıl hükümsüz kıldı duvarları. İşte orada bir köy pazarında yaşlı kadınların ellerinde yer eden çatlak girdi düşlerine belki, fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusunu özledi mutlaka, çat kapı birinin gelmesini, çat kapı birine gitmeyi düşündü uzun uzun. Çekip gitmenin ya da çakılı kalmanın bütün sonuçlarını yaşadı içten içe.
Bu kuşkunun ve kendini korumanın bütün şiddetini elinde bulunduran devlet, penceresinde perde bile istemedi kuşkusuz. Öldürmenin tekelini kimseyle paylaşmak aklından geçmedi hiçbir zaman. Karavanadan tasarruf edip nöbetçi kulelerini çoğalttı. Doktordan tasarruf edip gardiyanları çoğalttı. Linç ettiğine intihar süsü verdi. Kapı önlerinde bitmez bir zulümle beklettiği görüşçülerin bıkmasını bekledi başından beri. Görüşmecilerin zamanından çalıp kendi zamanına ekledi.
Zamanın adını koymaya gerek var mı, bilmiyorum. Zamana sorsak onun da yanıt vereceğini sanmıyorum işin kötü tarafı. Murat Saat, devletin korumakla görevli olduğu cezaevinde kalbine yenik düştü. Yazdıklarıyla dışarıdaki hayata katılmak ve kaldırımları adımlamak üzere dışarı çıkmanın sözcüklerini yoran bir yazar öldü hapishanede. O kadar yüksek güvenlikliydi ki tutulduğu cezaevi, kalp krizi geçirirken bile doktora yetiştirilmesinin önüne bir sürü engel çıkarıldı.
Bir cinayetin adını daha erdemle anacak devlet. Elinden geleni yaptığını ifade edecek kapı gardiyanı, vardiya amiri baş gardiyan hemen jandarmaya haber verdiğini söyleyecek olası bir soruşturmada. En hızlı şekilde ring aracını ve jandarmayı hazır ettiğini, hastaneye yetişmek için oyalanmadan yola koyulduğunu iddia edecek nöbetçi başçavuş. İkinci müdürün ölüm haberi karşısında kravatını gevşettiği bile kuşkulu.
Sıradan bir gün yaşandı Murat Saat ölürken. Kimsenin pişmanlık, acı ya da sorumluluk duyduğu bir gün değildi. Herkes ve her şey olması gerektiği gibi işte daha ne olsun.
Bir sabahçı kahvesine gidip orada yamalı ceketine yaslanan adamların seyrine şaşırmak istiyordu belki. İstasyonlarda dolaşıp kavuşmalara ve ayrılıklara tanık olmak istiyordu belki. Otogarlarda çığırtkanlardan birine yanaşıp iki cümle kurmanın hayalini büyütüyordu belki de; ama işte zaman ve devlet Murat Saat’ın otopsi raporunu verdi bekleyenlerinin eline. Oysa bir sabahın uykusuna birlikte gözlerini yummak istediği insanlar giriyordu düşlerine.
Biriktikçe koyacak yer bulamadığı düşler büyütüyordu ve kimbilir hangi koyakta yelesi rüzgara karışıyordu koştukça hırçınlaşan atların. Bu yüzden yılkıya bırakılmış zamanın sağrısında saklıyordu gelecek zamanı. Gidip eteğinde durduğu dağın doruğuna hayranlıkla bakacağı günleri çoğaltıyordu. Bunu sevmiyor devlet. İçeri tıktığının, üstüne kapıları kilitlediğinin hepten teslim olmasını istiyor. Aksi durumda hırçınlaşmakla kalmıyor, öfke nöbetleri geçiriyor üstelik. Düş kurmanın, yazmanın, boyun eymemenin, ısrar etmenin ve kararlılığın ürpertisiyle saldırıyor bulunduğu her alanda. Herkese. Her şart altında. Değilse Yüksel Caddesi’ndeki heykeli tutukladığını nasıl izah edebiliriz kendimize.
Murat Saat kalbine yenik düştü.
Bize sordu belki de ve yanıt alamadı. Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın? adını verdiği kitapta seslendi bize ama dünya işlerine kafayı o kadar takmıştık ki sesini duyamadık. Korunaklı yalnızlığımıza fiyakalı cümlelerimizi ekleyip kabuğumuzla yetinmeyi sevdiğimiz için gelen bir çağrıya yanıt vermemiz olası değildi zaten.
Bir cezaevinden cenaze nasıl kalkar? Murat Saat’ın cezaevi arkadaşı Ertan Tan nasıl bir acının sarmalındadır? Gözlerine bakmak için onca yoldan gelip cezaevi kapısında onca zulme dayanan ailesi onu toprağa emanet ederken hangi dilde ağıt yakar? Yanıtı yok bunların, gerçekliği var.
İlhan Sami Çomak bir şair olmanın bütün sözcüklerini uykusuz bırakıyor yıllardır. Nibel Genç, Rojbin Perişan, Sami Özbil, Murat Türk, Yalçın Hafçı, Nevzat Güngör ve daha adını bilmediğimiz nice insan edebiyatın olanaklarıyla sesleniyor dışarıdakilere. Yaşıyor ve yazıyor olmaları mucize.
Soru şu ve fena halde gerçek; geride kalanların tabutunu omuzlamadan önce onlar için ne yapacağız?
Evrensel'i Takip Et