Cinematographe ve sinemamız
Sinema, Avrupa’da ve Amerika’daki seyircili sinema gösterileri ile başladığında büyük bir ilgiyle karşılanır. Çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayılır, başlangıcından günümüze dünyada da, ülkemizde de birçok aşamadan geçer.
Hiçbir ticari başarı ve gelecek görmeyen sinemanın mucitleri, metrelerce pelikülden düş şatolarının beyaz perdesine yansıyarak bize akacak öykülerin anlatılabileceğini hayal bile edemezler. Dahası Edison ve Lumiere Kardeşlerin icatlarının ardından, ‘Sinemanın bir öyküsü ve kurgusu olmalı, en çok düşe ihtiyaç var’ diye işe girişen panayır hokkabazı Georges Melies, ne yazık ki yoksulluk içinde sürdürür yaşamının son yıllarını. Yine sinemanın ilk büyük ustalarından kabul edilen “Bir Ulusun Doğuşu” (1915) ve “Hoşgörüsüzlük” (1916) gibi filmleriyle sinemanın sanata dönüşmesinde önemli katkıları olan David Wark Griffith de, sinema dilinin gelişiminde devrim sayılacak buluşlarına rağmen ciddi ticari başarısızlıklar yaşar. Yine de sinema sanatının düşbazları, büyük özverilerle gerçekleştirdikleri filmlerini yıllar boyu bize aktarmayı sürdürerek sinemayı ‘en etkili’ sanat dalına dönüştürmeyi başarırlar.

Başlangıçta bilimsel bir buluş olan sinemanın, bu topraklara gelmesi fazla gecikmez. Diğer buluşlara göre ülkemize hızlı giriş yapan sinemanın, öncesinde birçok yolculuğu olsa da dünyadaki doğum tarihi olarak Aralık 1985 kabul edilir. Bu tarihte Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler, Paris’deki Grand Cafe’de, Cinematographe adını verdikleri aygıtla çektikleri filmleri bir izleyici topluluğuna gösterirler. Thomas Edison, 1891 yılında Kinetoscope’u icat edip tek kişilik gösteriler yapmış olsa da, Lumiere Kardeşlerin kendi buluşu kamera ile çektikleri filmleri, perdeye yansıtarak bir seyirci topluluğuna göstermeleri sinemanın doğum günü olarak bu tarihin kabul edilmesini sağlar. Yine ekim 1895’te Max Skladanowsky’nin Berlin’de bir seyirci topluluğuna gösterim yapmış olmasına karşın, buluşlarının yaygınlaşmasını sağlayan teknik avantajları, kendi girişimcilik başarıları Lumiere Kardeşlerin, rakiplerinin önüne geçmelerini ve sinema tarihinde önemli bir yer edinmelerini sağlar. Aralık 1895 dünya sinema tarihinin doğum günü olarak kabul edilse de, “İlk gösterim tarihi olarak Edison’un Kinetoscope’u kusursuz hale getirdiği 1893’le, Lumiere Kardeşlerin Grand Cafe’de aralık 1985’te gerçekleştirdikleri gösteri arasındaki zaman dilimi gösterilebilir.”

Masal gibi yılların, masal sinemasıydı Yeşilçam. Henüz televizyonun evlere girmediği, yazlık ve kışlık sinemaların olduğu yıllarda izledik bütün o filmleri. Sinema bir tutkuydu o yıllarda, bir şenlik, bir mucize; popüler kültürün hayatımızda henüz böylesine yıkıcı etkiler yaratmadığı yıllardı. Halkın en önemli eğlencesi sinemalara, şenliğe gider gibi gidilirdi. Düş bahçelerinin beyaz perdesine yansıyan hayal kahramanları, kalbimizden hayatımıza akar, örnek aldığımız kahramanlara dönüşürdü o yıllarda. Bu ilişki ve tutku öylesine güzel anlatılır ki, yine bizim sinemamızdan usta yönetmenlerin filmlerinde... Örneğin Usta Yönetmen Memduh Ün’ün “Zıkkımın Kökü”, “Sinema Bir Mucizedir” ve Ahmet Uluçay’ın yönettiği “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” bu tutkuyu, şenliği ve sevgiyi anlatan önemli filmler olarak sinema tarihimizdeki yerlerini alır.
Esas kızlar, esas oğlanlar evlerimizin duvarlarını süsleyen kartpostallarda birer ikonaya dönüştüler o yıllarda. Esas kızlar, esas oğlanlar kadar sevdik kötü adam ya da kötü kadın suretinde perdeye yansıyan ve gönlümüzde yıldızlaşan Yeşilçam’ın iyi kalpli oyuncularını. Yeşilçam, büyülü dünya... Aslında bir melek olan anneler, kanımızın hemen ısındığı, baba demek istediğimiz amcalar, pos bıyıklı zengin ve iyi kalpli fabrikatörler ve daha niceleri... Sanki sinemanın kahramanları değil mahalle komşularımızdı onlar. Öylesine sahici, öylesine inandırıcı ve bizden olan...
SİNEMAMIZIN CUMHURİYET SONRASI BÜYÜLÜ YOLCULUĞU...
Sinemamızın cumhuriyet sonrası yolculuğunu genel başlıklarla, dönüm noktalarıyla, yeniliklerle ele almaya çalışacağız. Bu “genel bakış ve değerlendirme” içinde, yaşanan gelişmeleri, dönüşümleri anlamaya çalışırken sinema tarihimizin bütününde de sürdürmüş olacağız yolculuğumuzu. Neredeyse cumhuriyetle, Türkiye ile yaşıt olan bir sinemadır, Türk sineması. Sinemamızın tarihsel serüveni, cumhuriyet döneminde yaşanan tüm toplumsal-siyasal süreçle, özdeşlikler, koşutluklar içerir.
Sinemamız başlangıcından itibaren Batılı kaynaklardan beslenmiştir. Batılıların buluşu olan sinemanın kavramları da, kuramları da, tarihi de Batı’da oluşturulmuştur. Kuramların evrensel olması, genel doğruları vermesi başka bir gerçeği ya da doğruyu işaret ederken, ülkelerin, ulusların kendi sinema dillerini, kuramlarını, kavramlarını oluşturamamalarını, ülke sinemaları üzerindeki Batı egemenliğini görmemeyi, araştırmamayı haklı çıkartmaz.
Başlangıcında tamamen Batı’dan gelen, Batılılar tarafından kurulan sinemamızdaki bu etki, -arada kimi filmlerde “ulusal temalar” işlense de- Yeşilçam sinemasıyla başlatabileceğimiz, bu dönem içinde filizlenen “yerlileşme”, “ulusallaşma” çabalarına kadar sürer fakat yok olmaz. Günümüze kadar da Batı etkisinin sürdüğü gerçeğinden söz edebiliriz.
DÖNEMLENDİRMELER... YORUMLAR...
Nijat Özön, Türk sinemasını “İlk Dönem (1914–1923), Tiyatrocular Dönemi (1923–1939), Geçiş Dönemi (1939–1950), Sinemacılar Dönemi (1950–1970), Genç/Yeni Sinema Dönemi (1970–1987)” olarak tanımlar. Tarihlerdeki küçük oynamalar dışında genel kabul görmüş bir tanımlamadır bu. Farklı dönemlendirmeler de olmasına karşın genellikle araştırmacılar Nijat Özön’ün tanımını kabullenir. Türk sineması tarihinde dönemlendirmeyi yeniden tanımlamak gerektiğini düşünenler de vardır. Bu satırların yazarına göre de 1950-1970 arasını Yeşilçam dönemi diye tanımlamanın daha uygun olduğu düşünülmektedir. Bu dönem de kendi içinde bölümlenebilir. Örneğin Bülent Görücü’nün “Yeni Film” dergisinde önerdiği “1950–1960: Ticari Yeşilçam sinemasının başlangıç ve gelişim yılları”, “1960–1970 Yeşilçam sinemasının doruk yılları / Yeşilçam-dışı sinema arayışları” biçiminde tanımlanabilir sinemamızın bu dönemi. ’70’leri, ’80’leri ve ’90 sonrası dönemi yeniden yorumlamak/tanımlamak gerekmektedir. Yönetmen, Sinema Yazarı Engin Ayça da Türk sinemasının bugüne kadar başlıca üç evre geçirdiğini söylemektedir. “İlk evre başlangıcından İkici Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi kapsar; İstanbul Şehir Tiyatroları ve Muhsin Ertuğrul tekeline dayanır. İkinci evre savaş sonrasında, ama asıl ve özellikle 1950 sonrasından ’70’lerin sonlarına kadar getirebileceğimiz, şimdi de bir ölçüde süren Türk sinemasının Yeşilçam dönemidir. Üçüncü evre ise ’70’lerin sonlarından başlayarak ve özellikle de ’80’lerde gelişen Türk sinemasının ‘yeni dönemi’, yönetmenler dönemidir.
Evrensel'i Takip Et