04 Mayıs 2018 00:15

Kuçuradi: Beyin yıkama temel bir insan hakkı ihlalidir

Kuçuradi: Beyin yıkama temel bir insan hakkı ihlalidir

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Cumhuriyetin yurtdışına felsefe ve sosyal bilimler alanında öğretim elemanı yetiştirmek için 1928 yılında gönderdiği ilk isimler arasında Takiyettin Mengüşoğlu ve Mümtaz Turhan var. Mazhar İpşiroğlu daha önceden Almanya’da bulunuyor. 1930’lu yıllarda Hilmi Ziya Ülken ve Macit Gökberk de Almanya’ya gidiyor. Aydın Sayılı, Behice Boran, Niyazı Berkes ise ABD’de doktora yapıyor. Bu isimlere Muzaffer Sherif Başoğlu ve Pertev Naili Boratav gibi isimlerle Almanya’dan gelen hocaları da eklediğimizde İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nin felsefe ve sosyal bilimler alanında en dinamik, canlı ve yüksek dönemini 1928-1945 yıllarında yaşadığını söyleyebiliriz. 

1945 sonrası, yarı ABD mandası olmaya başladığımız dönemlerden itibarın durum pek parlak gitmiyor. Önce Köy Enstitüleri ve AÜ DTCF (Boran, Berkes, M. Şerif, P.N.Boratav…) tasfiyesi, ardından 1960’daki 147’likler meselesi…. Bu kuşak fena halde hırpalanmaya başlanıyor ve bir daha Türkiye’de ne felsefe ne de sosyoloji alanından üniversitelerimiz toparlanamıyor. 12 Eylül 1980 darbesi düşünce, felsefe, sanat ve sosyal bilimler alanlarını tümden kötürümleştiriyor, tüm iklim kayboluyor, baskılanıyor. Geriye sosyoloji adına söylenirse ya yapısal fonksiyonal (modernist) veya kültüralist teorilere bağlı iki klik halinde çoğu yüzeysel empirik araştırmalara dayalı donuk bir iklim kalıyor, ciddi görgül ve teorik katkılar oluşturulamıyor, resmi sosyoloji bölümlerinin toplumsal dönüşümlerde tanımlayıcı ve taşıyıcı bir rolleri olamıyor (kimse de zaten dönüp sosyoloji bölümlerine veya sosyal bilimcilere bir şey sormuyor). Felsefe alanında da daha çok aktarımcılığa dayalı kısır bir düşünce iklimi oluşmuş bulunuyor, Dünya ölçeğinde katkı ve etkisi olan kişi ve eserlerin sayısı çok sınırlı bulunuyor.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen kırıntıları yaşatmaya çabalıyoruz, yeniden bir iklim oluşur mu diye umudumuzu korumaya, öğrencilerimize bir şeyler aktarmaya, bu topraklarda da felsefe, sanat, bilim yapılabilir demeye çalışıyoruz. Yaptıklarımız neredeyse suni teneffüs düzeyinde sayılır, ama bırakamayız, her şeye rağmen ısrar etmek durumundayız.

Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı olarak Türkiye’de Felsefi Antropoloji Çalışmaları Sempozyumunun ikincisini 27 Nisan 2018 tarihinde düzenledik (birincisini Kasım 2015’te yapmıştık). Odak noktamız insan felsefesi (felsefi antropoloji) idi. Türkiye’nin, İstanbul Üniversitesi birinci kuşak felsefe hocalarının özel bir yeri var bu alanda, özellikle de Mengüşoğlu ve İpşiroğlu’nun, ikisi de Almanya’da doktoralarını “felsefi antropoloji” (insan felsefesi) alanında yapmış bulunuyorlar. Mengüşoğlu’nun iki önemli öğrencisi “Uluğ Utku Nutku” ve “İoanna Kuçuradi”. Nutku’yu 2014’te kaybettik. Kuçuradi sempozyumun açılış konuşmasını yaptı.

Kuçuradi, ikinci üçüncü kuşak hakların “temel hak sayılamayacağını” ancak temel haklara etkisi bakımından bunların çok önemli olduğunu ifade ederek “yasalar temel haklar için yaratacağı sonuçları dikkate alınarak yapılmak durumunda. Temel haklara etkisi dikkate alınmazsa, SOSYAL ADALETSİZLİK ortaya çıkar. İnsanı insan yapan başarılarıdır. Bu başarılarını geliştirecek koşulların sürekli yaratılması İNSAN HAKLARININ ANTROPOLOJİK TEMELİNİ oluşturur. Kültür hakkı temel kişi hakkıdır ancak kültürel haklar (grup hakları) tartışmalıdır. İnsan hakları açısından, temel haklara saygı açısından laiklik önemli. LAİKLİK, dinsel ve kültürel normların kamu yönetimini belirlememesidir. Ancak bu da yetmez. Hitler de laikti. Hukuk dediğimiz doğal bir şey değildir, daha çok bir idedir, temeli etik ilkelere dayalıdır. Eğitim çok çok önemli; iki temel işlevi 1)bilisel yeterlilikler, 2)etik yeterlilikler kazandırmak. Eğitimde etiğe, içeriğe önem verilmeli. İNSAN HAYSİYETİ, İngilizcedeki “dignitiy” (onur kavramı bunu tam karşılamıyor) temel sayılmalıdır. Eğitimin işi beyin yıkama olamaz. Beyin yıkama temel bir insan hakkı ihlalidir.” 

Kuçuradi, eğitimin yanı sıra hukukçuların yetiştirilmesine özellikle vurguda bulunuyor. Maalesef bunu hukukçulara da anlatamıyoruz, hukuk fakültelerinin, hak ve özgürlük anlayışlarının da yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.

ULUĞ NUTKU: “TANRI BİLGİ KAVRAMI DEĞİL BİR İNANÇ KAVRAMIDIR”

2014’te kaybettiğimiz Nutku, son dönemde okul ve üniversitelerin ilahiyatçılarla ele geçirilmesine karşı büyük bir duyarlılık gösteriyor, bunun yanlışlığını anlatmaya çalışıyordu: “İlahiyat ve Batı dillerinde karşılığı olan teoloji, kelimelerin eklerine bakıldığında, bilimsel bir uğraş izlenimini verir. Türkçesi ‘tanrıbilim’dir. Oysa tanrıya ait bir bilim olamayacağı tartışma götürmez. Tanrı bir inanç kavramıdır, bilgi kavramı değil. Tanrıya ya inanılır ya inanılmaz ama her iki durumda bilgisini edinerek bir karara varmak olanaksızdır. Tanrı kavramı insan zihninin ‘aşkın’ (gerçekliği aşan) ‘fikridir’ (idesidir). Bu tür fikirler, algı içerikli bilim kavramlarından apayrıdır. Tanrının işlerinin nasıllığı üzerine hiçbir neden-etki (sebep-sonuç) bağı kurulamaz. ‘Tanrı evreni nasıl yarattı?​’, ‘Tanrı canlılığı nasıl yarattı?​’, ‘Tanrı insan hayatına nasıl hükmediyor?​’ türünden sorular, işlenebilir cevaplar bulamazlar. ‘Yaratma’, bilimin ve felsefenin değil, din inancının bir ifade biçimidir. Bilim ve felsefe ‘oluş’ kavramını işler. Oluş, neden-etki bağlarının incelenmesiyle ve çağlar boyunca daha yakından incelenmesiyle açıklamalara, açıklamalardaki hataların elenmesiyle de gerçekliği ‘daha doğru’ bilmeye yol açar. Oluş, bilginin itici gücüdür.” Bilim ve felsefe dinin mazeretçisi olamaz, geleneğe hapsolamaz, bir karşı kültürdür.

'TASFİYECİLERİ TASFİYE ETMEK GEREKİR'

Felsefe-bilim-sanat ikliminin sürdürümünde kurumlar farklı kanaatlerin açıklanması ve geliştirilmesinde bir ortam değil, aksine daha çok neredeyse köstekleyici olmaya başladılar, bunun en somut örneği KHK’larla atılan felsefeci ve sosyal bilimcilerin resmi kurumsal etkinliklere dahil edilememesi. Zaten Bologna süreci de bir etkinlik yapacaksan para bul diyor, her etkinliği metalaştırmaya ve  piyasalaştırmaya zorluyor. Duyarlı kişilerin küçük destekleri bile buralardaki sıkışmaları bir nebze de olsa aşmak için anlamlı katkı sunuyor (Konuklarımız İoanna Kuçuradi, Taylan Altuğ, Yusuf Örnek, Yasin Ceylan, Gülçin Gülan, Hülya Can Nutku’ya; sempozyuma katkı sunan Çukurova Öğretim Elemanları Derneği ile Ali Olgun, Aytekin Altıntaş, Hülya Can Nutku’ya teşekkür borcumuzu da iletelim buradan). Resmi olanaklar da ne olursa olsun çok önemli, sonuçta Çukurova Üniversitesi ve Eğitim Fakültesinin “kamu kurumu” olarak olanakları önemli bulunuyor. Çekingen de olsa, en azından engelleme yapmamalarını da önemli (bunu bile bir “lütuf” sayar olduk). Ancak ne olursa olsun, üniversite kimliğinin sürdürülmesi ve yeniden canlandırılması için bu konferans ve sempozyumların düzenlenmesinde de ısrarcı olmamız gerekiyor.

Uluğ Nutku, “Mademki bizde felsefi düşünce geleneği kurulamamakta ve hocalarımızın çabaları hiçe sayılmaktadır,  tasfiyecileri tasfiye etmek görev olmaktadır” diyordu. Bunun makul yolu olarak da mevcut akademik personelin yeniden bilim ve felsefe sınavından geçirilmesini; bu sınavın da YÖK tarafından değil gerçek bilim kişileri ve felsefecilerce yapılmasını öneriyordu.

Sınava da gerek yok. Mevcut yazı, yayın ve açıklamalarına bakarak kimin akademisyenliği hak edip etmediği, üniversite hocalığına haiz olup olmadığı açıkça anlaşılabilir. Bütün mesele Türkiye’nin bilim-felsefe-sanat talebinin olup olmamasıdır. Son tutamağımız ise yöneticilerin değil ama geniş bir halk kesiminin hâlâ çocuklarının nitelikli bir eğitim alma talebini sürdürüyor olmalarıdır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa