Anımsamak acıtır bazen
Fotoğraf: Envato
Duvar yazılarıyla ilkokulda tanışmıştım. Okul yolundaki evlerin duvarlarında “Tek Yol Devrim Dev-Genç” yazıları olurdu. Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sanıyordum. 15-16 Haziran’ı anımsıyorum. İşçilerin ‘ayaklandığı’ yakınımızdaki Yakacık Yolu’nda ve Ankara Asfaltı’nda yürüyüş yaptıkları söyleniyordu. 12 Mart Darbesi’ni, devriye gezen askerleri de anımsıyorum. O günlerde bahçelere saklanan gençler devriye gezen askerleri kolluyor, onlar uzaklaştığında çıkıp duvarlara yazılar yazıp ortadan kayboluyorlardı.
O günlerden çok net hatırladığım iki olay vardı. Biri Deniz Gezmişlerin asıldığı gün babaannem ve annemin ağlamaları (Annemin yıllarca Deniz Gezmiş adı geçtiğinde gözleri dolmuştur), diğeri de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip kalabalığın arasında olan biteni izlememdi. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir sığındıkları evde, evin kızı Sibel Erkan’ı alıkoyarak teslim olmamak için direniyordu. Ev kuşatılmıştı ve 1971’in mayıs sonunda başlayan olay 1 Haziran’da Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Mahir Çayan’ın da yaralı ele geçirilmesiyle son bulmuştu.
ÇOCUKLUK KAHRAMANLARIMIZ
O yıllarda ilk çocukluk kahramanlarım tüm çocuklar gibi, çizgi roman ve sinemadandı. Her çocuğun hayran olduğu bir süper kahramanı vardı, bir de hepimizin neredeyse ortak kahramanları olan çizgi romanlar vardı elden ele dolaşan. Teksas, Tommiks, Zagor, Tom Braks, Kaptan Swing, Mandrake, Kızıl Maske, Red Kit en yaygın ve hepimizin mutlaka okuduğu, biriktirdiği, değiş tokuş yaptığı çizgi romanlardı. Her kahramanın eğlenceli yardımcıları da vardı bu çizgi romanlarda. Örneğin Çelik Blek Teksas’ın Profesör Oklitus ve genç Rodi, Tommiks’in Doktor Salloso ve Konyakçı, Baltalı İlah Zagor’un Çiko, kılıktan kılığa giren Tom Braks’ın Tonton ve Baron, Kaptan Swing’in Gamlı Baykuş, Mister Blöf, Blöf’ün köpeği Puik en eğlenceli olanlarıydı. ‘Esas kahraman’ kadar onları da severdik. Bunların dışında yayımlanmış çok sayıda çizgi roman vardı.
Çizgi romanların süper kahramanları dışında, sinemanın kahramanları da bizler için örnek aldığımız öykündüğümüz, onlar gibi olmak istediğimiz figürlerdi.
Pendik ve Kartal yazlık ve kışlık salonlarıyla bir sinema cennetiydi. Pendik’te ’70’li yıllarda sahilde konserler de verilen Emek Sahil, Park, Konak, yazlık ve kışlık Mehtap, Okmen, Cep ve Ark sinemalarını sayabiliyorum benim anımsayabildiğim.
Kartal’da da ’70’li yılların sonuna kadar yazlık ve kışlık salonuyla Uzunkaya, yazlık bahçe sinemaları Çınar, Çamlık, Kervan, Bizim, Işıklar ve Yeni Sinema, kışlık salonlarıyla da Kömürlük ve Belediye sinemasında sayısız film izlemiştik.
Sonra Yılmaz Güney girdi hayatımıza. Yılmaz Güney’in ilk filmleri iyi sinemalarda oynamazdı. Yılmaz Güney’le birlikte ikiye bölünmüştük, Yılmazcılar ve Cüneytçiler olarak. Genelde Yılo’cular ve Cüno’cular diye kısaltılırdı bu taraftarlık. Yanılmıyorsam ilk izlediğim Yılmaz Güney filmleri Seyyit Han ve Aç Kurtlar’dı. Amcam ve iki arkadaşı, izledikleri bir Yılmaz Güney filminden etkilenerek yaptırdıkları upuzun paltolar ve eteklerinden sarkan atkılarla, mahallede film karesinden çıkmış gibi dolaşırlardı. Yılmaz Güney çocukluğumun ve ilk gençliğimin efsane adıydı. Ortaokul yıllarımda her okul çıkışı uğradığım kitapevinde onun kitaplarını okur, rutubet kokulu sinemalarda filmlerini izlerdim. Onun günleriyse hapishanelerde geçiyordu. Riskleri, hapishaneleri hatta ölümü göze alan bir duruşu vardı ve bu duruş onu Yılmaz Güney yapmıştı.
Aç Kurtlar filmini, adı da Kömürlük olan kömür deposundan bozma izbe sinemada izlemiştim. Büyük kentlerin iyi salonlarında yer verilmeyen Yılmaz Güney filmleri Anadolu’da, taşrada büyük işler yapıyor, Yılmaz Güney de dişiyle tırnağıyla, büyük öncülere özgü duruşuyla, bilinciyle, sezgileriyle Yeşilçam’ın Taçsız Kral’ı olma yolunda gönülleri fethediyor, Yeşilçam’ın kaderini değiştirecek yeni bir sinemanın temellerini atıyordu. Sonraki yıllarda Yılmaz Güney’i tanıyan birçok oyuncuyla ve yönetmenle tanıştım. Hepsi ondan övgüyle söz ediyordu. Siyasi olarak farklı düşünenler bile, “Sinemacı olarak yeri doldurulamayacak bir sanatçı” diye anlatıyorlardı anılarını. Setlerde inanılması güç sahneleri çeken, ilişkilerinde alçakgönüllü, duyarlı, fedakar ve paylaşmacı bir Yılmaz Güney çıkıyordu anılardan.
Hayat, düş şatosu sinemalarda beyazperdeye yansıyan görüntülerle paralel yürüyor, yaşamdaki tüm değişimler izlediğimiz filmlere yansıyordu. Büyük kentlerde hayatımıza giren yenilikleri taşrada yaşayanlar, örneğin radyodan sonra buzdolabını, beyaz eşyaları, model model otomobilleri önce filmlerde görüyorlardı.
Köklü değişimlerin, büyük altüst oluşların yaşanacağı ’70’li yıllara gelirken Yeşilçam filmlerinde anlatılan öykülerin bizim de başımıza geleceğinden habersizdik, dahası hayal bile edemiyorduk henüz. Örneğin, filmde mahalleye bir gün ‘Zengin beyaz adam’ gelir; müteahhittir ve yeni yapacağı apartmanlar için evleri, arsaları satın almak istiyordur. Mahalleli başta dirense de ya parayla ya da korkutularak ‘ikna’ edilir. Önce, arsasını, evini ilk satanlar göç etmeye başlar, sonra dozerler gelir, o güzelim evler yerle bir edilir. Ne mahalle, ne mahalleli ne komşuluk ilişkileri kalır geride; ne de mahalle arkadaşlıkları ve yaşanmışlıklar. Yalnızca evler değildir yıkılan, tüm değerler ve anılar da dozerlerin altında yerle bir olur. Sonraki sahnelerde yıkılan o evlerin yerinde kocaman beton yığınlarını, apartmanları görürüz. Çocuklar da oyunlarıyla birlikte, yıkılan, yok edilen bahçelerden, sokaklardan çekilmiştir.
Film icabı sandığımız bu yıkım ve temelsiz, plansız dönüşüm gerçek hayatta da acımasızlığını göstermekte gecikmez. Sonrasını bizler yaşayarak gördük. Önce sinemalar kapandı. Yıkılan sinema salonlarının yerine sevimsiz iş hanları yapıldı. Sinema büyüsü, televizyonun evlere girdiği ’70’li yılların ortalarına kadar sürmüştü. Kapanan sinemalarla birlikte hayatın büyüsü de bozulmaya başlıyordu o yıllarda. Yıkım sürüyordu. Hayatımızda iz bırakan simgeler direnememişti, birer birer yok olmuştu. Hayatımızda yeri olan, iz bırakan simgelerin yıkımına yalnızca ‘geçmişe el sürdürmemek için değil, aynı zamanda geleceğimize sahip çıkmak için’ karşı çıkıyorduk. Çünkü yıkılan bütün simgelerle geleceğe aktaracağımız anılarımız da, yok oluyordu.
- Düşen yapraklar (1) 27 Mart 2024 04:15
- Nihat Ziyalan: Yılmaz Güney’in kan kardeşi, filmlerin kötü, gönlümüzün ve edebiyatın iyi insanı (2) 13 Mart 2024 04:20
- Nihat Ziyalan: Yılmaz Güney’in kan kardeşi, filmlerin kötü, gönlümüzün ve edebiyatın iyi insanı (1) 06 Mart 2024 04:15
- Bilal İnci: Zalim, gaddar, acımasız kötü adam 28 Şubat 2024 04:20
- Geleneksel Türk tiyatrosunun son temsilcisi: İsmail Dümbüllü 21 Şubat 2024 04:00
- Atatürk, ‘Ben Bir İnkılap Çocuğuyum’ filmi ve Münir Hayri Egeli (3) 14 Şubat 2024 04:15
- Atatürk, “Ben Bir İnkılap Çocuğuyum” filmi ve Münir Hayri Egeli (2) 09 Şubat 2024 04:20
- Atatürk, ‘Ben Bir İnkılap Çocuğuyum’ filmi ve Münir Hayri Egeli (1) 04 Şubat 2024 04:35
- Jönlükten kötü adamlığa bir sinema sevdalısı: Hüseyin Peyda 28 Ocak 2024 04:33
- Şerafettin Kaya: Ben İyi Biri Olmadan Önce 21 Ocak 2024 05:10
- Yeşilçam’ın Çınarları (6): Vedat Örfi Bengü: ‘Mısır’da sinemayı kuran Türk’ 14 Ocak 2024 04:43
- Yeşilçam’ın Çınarları (4): Aziz Basmacı, Vahi Öz 07 Ocak 2024 04:04