Nasıl bir ekonomi yönetimi yaptık ki, on yedi yıl sonra ekonomi aynı noktaya geldi?

2000 yılını şöyle bir hatırlayalım. Ekonomimiz yüksek enflasyon, yüksek bütçe açığı, yüksek borç stoku, yüksek düzeyde faiz, yüksek cari açık vs. sorunlarla cebelleşiyordu. Bir de günümüz koşullarına bakalım; neredeyse her koşulda durum aynı, bir farkla ki, özellikle son dönemin büyüme oranı biraz içimizi ısıttı (mı?).

Tablo böyle, hepimiz tabloyu görüyoruz ve yaşıyoruz. Malumu ilan etmeye gerek yok. Ben bugün böyle bir süreçten nasıl geçtiğimizi değil de, sürecin işletilmesinde emperyalistin emeli ile siyasetçinin kısa vadeli çıkarının nasıl örtüştüğünü ve bu örtüşmenin ülke ekonomisine ne tür bir hayır(!) sağladığını kısaca irdelemek istiyorum.

Önce şu konuyu aydınlığa kavuşturalım. Ekonomi olayları ve süreçleri doğa ya da biyolojik olaylar gibi organik ve planlanmış şekilde çalışmadığından dengeye yönelik gelişmez. Ekonomi süreçleri güçlünün başat yönetimi altında karşıtların mücadele gücüne göre şekillenir. Siyasi erkin bu süreçteki rolü, sistemin idamesini gözetme adına gerektiği yerlerde dişini göstererek, son kertede güçlünün yoluna devamını sağlamaktır. Bir ülke kapitalizmi için geçerli olan bu durum, güç odakların değişikliğine bağlı olarak, dünya kapitalizmi için de aynıdır. Şöyle ki, uluslararası ilişkiler bağlamında dış güçler çevresel konumlu ülkenin iç güçlerine, dolayısıyla siyasetine başat olur. O zaman da, siyasetin görevi, içteki ekonomik ve yönetsel sürece emperyalistin çıkarı doğrultusunda anlaşılamaz şekilde suhuletle işlerlik sağlamaktır. Açıktır ki, siyaset çarkının bu amaca hizmet sadakati, bizatihi müstefit olma koşulu ile doğru orantılı olarak gelişir.

Şimdi, kabaca modeli böyle kurduktan sonra 2000 yılı programına, daha doğrusu programın örtülü amacına dönelim. Yine kaba hatlarla belirleyebileceğimiz ilk görüntü, Batı’da sıkışan piyasalar ve uygun piyasa arayan serseri fonlar karşısında, Türkiye’nin içinde bulunduğu yüksek borçluluk ve ekonominin döndürülemeyen çarkları şeklinde özetlenebilir. Daha ilk görünüşte, yine kabaca yapabileceğimiz tanım şöyle olabilir: Batı zenginlik krizinden, Türkiye ise yoksulluk krizinden muzdariptir. Yani, birbirini tamamlayabilecek zıt kutuplar karşılaşmıştır, tek sorun kutupların birleştirilebilmesi için iki tarafın da güvenebileceği kural belirleyici bir organın ortaya çıkmasıdır. O da IMF idi!

IMF, fevkalade halisane görüntüsü altında, Türkiye ekonomisini Batı’nın üretici ve finans sermayesi ve üretimi için hem yerleşim, hem üretim yeri, hem de piyasa konumuna getirmekle görevli idi. Ara mekanizmalarla vakit geçirmeden derhal sonuca atlarsak, sürecin ve varılan manzaranın tam da IMF-Derviş program hedefine uygun gelişip, oluştuğunu görürüz.

Bir kere, özelleştirme politikaları ile, başta TÜPRAŞ olmak üzere, değerli kamu kuruluşları kamusal varlıktan çıkarıldı, bazıları da ulusal varlıktan çıkarıldı. Özelleştirmeleri, piyasa rayicinde satış olarak değil de, yok pahasına el değiştirme ya da ilk sermaye birikim sürecine katkı olarak nitelemek daha yerinde olur. İkincisi, 1980’lerden beri uygulanan finansal serbestleştirme neticesinde Batı’nın serseri fonları reel üretime katkı yapmadan yüksek faizlerle ekonomiden kaynak çektiler. Baskılı kur lirayı değerli kılarken üretim girdisi ve tüketim ürünleri piyasayı istila etti. Sonuçta, bir yandan üretimden uzaklaşılırken, diğer yandan da cari açığı kapatma gayreti, yerini açığı büyütme politikasına bırakmış oldu. Bu süreçte KOBİ’ler zarar gördü, ekonomi yabancı ürün ve girdi pazarı konumuna sürüklendi, sıcak para sarhoşluğu ile reel ekonominin dümeni elden çıktı. Sonuç, yükselen açıklar, yükselen enflasyon ve faiz haddi, her daim yüksek olan ve devamlı yükselen işsizlikle her an akut duruma dönüşebilecek kronik krizde sürüklenen bir ekonomi!

Bu durum, Batı’nın işsiz üreticilerine yeni üretim yeri, piyasa ve iş, serseri fonlarına ise yüksek faiz sağladı. Ekonominin aleyhine, siyasetin lehine kaydedilenler ise, baskılanarak düşük gösterilen enflasyon; baskılı dolar değeri ile yüksek gösterilen fert başına gelir; özelleştirmelerle elden çıkarılan varlık değerlerinden düşük olmakla beraber, bütçeye sağlanan küçümsenemeyecek gelir; kronik cari açık pahasına piyasada ithal ürün bolluğu; ve ithal girdisi gizlenen yüksek ihracat değerleridir. Kısacası dışta emperyalist kazançlı olurken, içte de perde arkası gizlenen tablo halk nezdinde siyasi kadroyu başarılı göstermeye yetti. Oysa kamu kesimi, sermaye ve halk borçludur, toplumun geleceğinden yemektedir. Şu hale göre, gelecek nesillere sadece bırakmadıklarımızdan değil, fazlasıyla bıraktıklarımızdan da sorumluyuz.

Ne hazindir ki, ekonomide 15-20 yıllık dönem için yaşanan ring seferi, ülke siyaseti için bir asra yakın süre için gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır!

Evrensel'i Takip Et