14 Temmuz 2018 23:59

Medya mı, WhatsApp grubu mu?

Medya mı, WhatsApp grubu mu?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bu köşenin ana teması medyanın yapısal ve etik sorunları ve bunun topluma olan ve olası yansımaları. Kendi alanımın dışına çok taşmamaya gayret ediyorum ancak bu sefer yakın çevremde seçim sonuçlarının yarattığı ruh hallerine yönelik gözlemlerimden başlamak istiyorum. Çoğunluk çok ciddi bir hayal kırıklığına teslim olmuş durumda. “Her şey bitti” havası hakim. “Adam kazandı” İnce’nin seçim sonuçlarına dair yorumunun ötesinde, daha derin bir kaybın sloganı gibi. “Adam kazandı” biz kaybettik. ‘Bundan sonra ne yapalım, ya yurt dışına gideceğiz ya da Ege’de küçük bir kasabada korunaklı bir eve, kurtarılmış bölgelere sığınacağız’. “Daha da haber izlemem”, “Olan biten bundan sonra beni ilgilendirmiyor”, “Madem oy verdiler sonuçlarına katlansınlar, ben kendi hayatıma bakarım”. Bunları söyleyenlerin bir kısmı zaten Ege’de küçük bir kasabada yaşıyor.

Bu arada öfkenin büyüğü kazananlardan ziyade kaybedene yani CHP’ye… Bir sonraki seçimde değil sandıklara sahip çıkmak, oy kullanmayacağını söyleyenlerin sayısı hiç de az değil. Bir tarafın çare diye gördüğü diğer tarafın çaresizlikten oy verdiği bir parti ilk kez çare olabileceğine dair bir ışık yakıp panikle söndürdü. Bundan sonra CHP’nin siyasal iletişimini yapacaklara kolaylıklar dilerim. Neyse konumuz CHP değil.

Durum biraz toplumun siyasetten çok bilinçli bir şekilde adım adım uzaklaştırılmasının, kararlara katılımın yalnızca seçime indirgenmesinin sonucu. ‘Ehven-i şere oy veriyorduk, seçmen her seçimde zaten çok ciddi mesajlar veriyordu, siyasetçilere ayağınızı denk alın’ diyordu. Araştırma şirketlerine göre seçmen 90’lar boyunca her seçimde ANAP’la DYP’nin birleşmesi mesajını veriyordu, dinlemediler, sonunda siyaset sahnesinden silindiler. Lakin örneğin siyasal İslamcılar o mesajı vermiyor daha ziyade merkez sağ partilerdeki ağırlıklarının keyfini sürüyordu. İnsan gerçekten bir yerde hayret ediyor, siyaset yaşamın her alanına dahil kuşkusuz lakin siyasete yalnızca rant, getiri üzerinden bakan, seçimden seçime dahil olduğunu düşünen seçmen sandığa giderken nasıl oluyor da birden bilge bir hale dönüşüp sanki kendi arasında toplantılar yapıp sözleşmiş gibi mesajlar veriyordu(!). Bir nevi Hülya Uğur Tanrıöver’in derleme kitabına seçtiği çok yerinde bir başlık gibi “Kamuoyu kimin oyu?​”

'BU DA OLDU' HABERCİLİĞİNİ KUZENİM DE YAPIYOR

Bu arada seçimin en büyük kaybedeninin araştırma şirketleri olduğunun altını kalınca çizmek ve bir dahaki seçimde de unutmamak gerekiyor. ‘Kararsız seçmen yanılttı’, ‘Gerçeği söyleseydim linç ederlerdi’ gerekçeleri “spin doctors” (kamuoyu yönlendirme uzmanı /danışmanı) pozisyonlarını korumaya yönelik hamleler. Bourdieu’nun deyimiyle siyasal yaşamın sözde bir oyuna dönüştürülmesine, politikasızlaştırmaya katkıda bulunanlar, Habermas’a göre kamusal alanda hesap verme sorumluluklarından ari olanlar. Bu sorumsuz yetki halini sorgulamamız gerekiyor.

Gözlemlerime geri dönerek demem o ki, korunaklı coğrafyada yaşayan, başkalarına dokunulduğunda ‘ama onlar da kaşınıyorlar’ diye gerekçelendiren, hak ihlallerini görmezden gelen de artık risk altında olduğunu düşünüyor. Muhalif medya da bu ateşe odun taşımakla meşgul. Hepimizin dahil olduğu WhatsApp grupları var, hani panik haline en müsait üyeleri barındıran “bunu da yaptılar”, “bunu da yıktılar”, “bunu yapan yarın bize neler yapmaz” diyenlerin mesajlarını okuyup daraldığımız… Son günlerde muhalif diye adlandırılan medyanın büyük kısmının haber başıkları böyle. “Bu da oldu” / “son dakika” haberciliği ve sosyal medyada altına “yuh artık”la başlayan bir dolu mesaj ya da “daha beterini yapacağız” diyen karşı tarafın çoğunlukla küfür, hakaret içeren cevapları…

Somutlaştırmak gerekirse “Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi kapatılıyor” başlığı haber içeriğiyle çelişen, sorunlu bir başlık ancak bağlam itibariyle haber kapatmanın bir başka versiyonuna işaret ediyor. Lakin burada gazetecinin düşünmesi gereken türlü faktör var. Gazeteci, kurumların kapatılması ve topluma vereceği zarar konusunda çok keskin bir kanaate sahip olabilir, haklı olabilir, lakin gazetecilik en nihayetinde “fact”e dayanır, yani kapatılmadan kapatıldı haberi yapılmaz. Diyelim ki bu düzenleme kapatılmanın bir başka görünümü, o durumda bunu kendisi söylemez, alandaki yetkili kişilere söz verir. Bitti mi, bitmedi. Velev ki yarın kapatıldı, tiyatro, opera ve bale bitti demek değil ya bu. Tiyatro zaten iki kalas bir heves, hep varolmuş, hiç boyun eğmemiş. Nasıl devam edilecek sorusuna cevap aramak da gazeteciliğe dahil.

‘Öldük, bittik, bunlar kim bilir daha neler yapacaklar” mesajını WhatsApp’tan benim kuzenim de yazıyor. Yayılan bilgilerin bir kısmını teyit.org ya da sosyal medya yanlışlıyor ya da doğruluyor. Ben seçim öncesi birleştiğimizi düşündüğümüz değerleri nerede hayata geçireceğimize bakıyorum. Ağlayıp 'vah'lamadan, kendi çevremizden mahallemizden siyasetin tüm kurumlarını nasıl hayata geçireceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Siyaset bilimci değilim lakin siyasetin “uluslararası sermayenin büyük oyunu” ile “cahil kitlenin kifayeti” arasına sıkışamayacak kadar geniş bir alan olduğunu biliyorum. Geçen hafta Demirören’e satılan Hürriyet gazetesi çalışanları TAZ’dan Barış Altıntaş’a “Belirsiz bir tarihe ve sonuca kadar idare ediyoruz” demiş. Kahraman olmayalım, dünyayı kurtarmayalım, belirsizlik zaten çoğumuz için geçerli, peki en azından siyasetçi olarak, gazeteci olarak, okur/izleyici olarak ne yapabiliriz diye düşünelim. En yakın çevremizden başlayarak neyi değiştirebiliriz diye kafa yormak CHP’ye söylenmekten, daha derinde, bir kurtarıcı beklemekten çok daha umut verici.

Hrant Dink, 301’den yargılanmasına neden olan yazısında “Ermeni kimliğinin 'Türk'ten kurtuluşunun yolu, 'Türk'le uğraşmamaktır. 'Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur. Yeter ki mevcudiyetin farkında olsun” demişti. Kast ettiği nefrete gömülmemeyi seçmekti, bedeli öldürülmek oldu. Bugün Dink’in görüşleri Ermeni bir gazeteci olduğu için ve öldürülmesinin en önemli gerekçelerinden biri bu olduğu için ırksal ve dini ifade özgürlüğü/nefret söylemi ile sınırlı olarak anılıyor. Oysa yaşasaydı aynısını bugünün yılgınlarına söylerdi bence. Öfkeden, nefretten boşalacak zehirli kanı demokrasi, insan hakları temelli bir asil damarla beslemek mümkün. Zehir, Ege kasabalarında mülteci göçüyle rant sağlayanlara kadar sirayet etmişken ne Ege kasabasına ne de Avrupa’nın en “medeni” kentlerine göç etmek çözüm. Yüzerken eline çarpan bebek ayakkabısını ya da göç ettiği kentin az ötesinde kamplarda insanlık dışı koşullarda yaşayan göçmenleri dert etmeyenin Erdoğan’a öfkesi tehdit değil.

Kalanlar ya da kalmayı seçenler için ise ne yenildik ne de bittik. Gezi’de, sonraki seçimlerde hangi gerekçelerle birleştiysek orada duruyoruz. Baskılar zaten yabancısı olduğumuz bir mevzu değil. Yıllardır ne medyayı, ne akademiyi, ne sivil toplumu terk ediyoruz. Medya özelinde  beklentimiz ise yeni dönemde siyaseti en yakınımızda nasıl kurabileceğimize dair bir bir forum işlevi görmesi, Twitter haberciliğinin bir gömlek üstü WhatsApp haberciliğinden “tıkla” medet umması değil.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa